Gezi Parkı eylemleri ile toplumun üzerine son yıllarda tüm ağırlığıyla çökmüş olan korku bulutları dağılmaya, mavi gökyüzü sınırsızlığını göstermeye başladı. Karanlık korku bulutları dağılmaya başladığında, sevgi güneşi yüzünü göstererek ışığını yaymaya ve yüreğimizi ısıtmaya başladı.
Türkiye’nin dört bir yanında eylemlerde yer alan her yaşta ve renkte gençler arasında sevginin ifade yolları olan paylaşımın, desteğin, sıcaklığın, yaratıcılığın, birleştiriciliğin, eşitlikçiliğin, umudun nasıl çiçek açtığına tanık olduk. Ruhumuz ferahladı, gönlümüz hafifledi, üzerimizden büyük bir yük kalkmış gibi hissettik. Yaşam alanları sıkıştırılmış, daralmış, bunalmış insanların demokratik haklarına sahip çıkma eylemiydi bu. Bu insanların fikirleri ayrı olabilirdi. Yani kendiliğinden bir araya gelen insanlar FİKİRDAŞ değildi ama kesinlikle DUYGUDAŞlardı. Onları bir araya getiren, benzer duyguları hissetmeleriydi. İnsanlar arasındaki uyumlu ilişkiler, fikirlerle değil duygularla sağlanır.
Sevginin olmadığı her yerde korku vardır. Sevgi ışık, korku karanlıktır. Bir mum ışığı bile koskoca salonu dolduran karanlığı yok etmeye yeter. Bir yudum sevginin bile mutsuz bir yaşamı aydınlatması gibi. Sevgi ve korku aynı çatı altında barınamaz. Korkuların barınabildiği ve beslendiği tek yer sevgisiz ortamlar, zihinler ve yüreklerdir.
Korku Kültürü ve Muhafazakârlık
Korku duygusuyla yönetilen kişi, muhafazakâr, tutucu bir dünya görüşüne sahip olmaya, kendinden güçlüye biat etmeye, kendinden güçsüzü ezmeye, hiyerarşik yapılanmayı tek gerçek olarak görmeye, değişime direnmeye ve ayrımcılığa eğilimli olur. Korku kişinin birey olmasını engeller.
Muhafazakârlık, sahip olunan konumu, durumu, kuralları aynen “muhafaza etmeye çalışmak” anlamına gelir. Böylece kişi korkularıyla yüzleşmek durumunda kalmayacaktır. Çocukluğunda güven duygusu zedelenmiş insan değişimden korkar, değişimi güvenlik alanına bir tehdit olarak algılar.
Bazı insanlar muhafazakârlığı ne kadar yüceltmeye çalışırsa çalışsın, muhafazakârlık bir erdem değil, insan hayatını daraltan, akıldışı kurallarla kıskacına alan sevgisiz, mutsuz, korku dolu bir bakış açısıdır. Kaybetme korkusu, “öteki” korkusu, Tanrı korkusu… Muhafazakâr bakış açısı, mutlu olmayı değil, mutsuz olmamayı ulaşılabilecek en yüksek seviye olarak algılar. Bu bakış açısında yaşam sevincine, neşeye, yaratıcılığa, spontanlığa, gelişime, değişime, doğallığa, özgürlüğe, eşitliğe, sevgiye yer yoktur. Muhafazakârlık ya içe kapanıklık ya da saldırganlık ve şiddet olarak tezahür eder. Muhafazakâr yani tutucu insan, kendi yaşamında doyumsuz olduğu için, gücünün yettiği herkesin hayatını denetlemeye, kontrol etmeye meraklıdır.
Muhafazakârlığın dinle doğrudan bağlantısı yoktur.
Bunu antropolojik araştırmalarda yer alan değişik toplum örneklerinden de biliyoruz.
Muhafazakâr olup da dindar olmayan nice insan vardır.
Dini inançlara sahip olduğu halde muhafazakâr olmayan, insanların yaşam biçimi ve inanç özgürlüklerine saygı duyan nice insan da vardır.
Muhafazakâr ve çıkarları gereği “dindar” görünen insanları da hepimiz tanırız.
Bunun yanı sıra bir insanın “İnsan” olması için dindar olması da şart değildir.
Tarih boyunca insanlığın gelişimine katkıda bulunan mucit, kâşif, bilim insanı, lider, filozof, düşünür, sanatçıların çoğu belli bir dine bağlı değildi, bazıları ateistti ama her biri maneviyatları gelişkin, kendi hayatlarını yaşayan, kendi özgün düşünceleri olan, kendi misyonlarını gerçekleştiren bireylerdi.
Tamam, hepimiz mucit, kâşif olamayız ama İNSAN olabiliriz. Hayatımıza bir şekilde giren ya da teğet geçen insanlar üzerinde, onları geliştirici izler bırakabiliriz.
Gerçek İnsan başkalarına da faydası olan insandır. Derinlik Psikolojisinin kurucusu Jung, “İyi insan olmaktansa BÜTÜN insan olmayı tercih ederim” der.
Aslolan dindar ya da değil İNSAN olabilmek. İnsan olmanın en belirgin göstergelerinden biri adalet ve hakkaniyet duygusunun varlığıdır. Özetle; YAŞA VE YAŞAT!
Bana göre muhafazakârlık bir özsaygı sorunudur. Özsaygı düştükçe korkular ve suçluluk duyguları artar, özsaygı yükseldikçe korkuların yerini sevgi, yaşam sevinci ve empati alır.
Bakın dünya üzerindeki muhafazakâr toplumlara, bakın demokratik toplumlara. Her alanda fark ortada. Hangi toplumun üyeleri daha özgür? Hangi toplumun üyeleri hukuka ve adalete daha fazla güveniyor? Hangi toplumda eğitim seviyesi daha yüksek ve kadının toplumdaki yeri daha eşitlikçi? Kadına ve çocuğa şiddet, cinsel suçlar en çok hangi toplumlarda yaşanıyor?
Hani “her şeyin başı sevgi” söylemleri var ya… artık Facebook’ta paylaşılan özlü sözlerde okumaktan gına geldiğimiz. Ama gerçekten de öyle. Sevgi, İNSAN mertebesine ulaşabilmenin ön koşulu. Vicdani gelişimimiz kadar insanız. Çünkü sevginin diğer adı vicdandır.
Vicdanın harekete geçmesi sevgi uygulamasıdır.
Vicdan adalet ve hakkaniyet kavramlarının özümsenmiş halidir.
Empati ancak vicdanın olduğu yüreklerde hissedilebilen bir duygudur.
Vicdan insanın kendisiyle, gerçeklerle yüzleşebilmesi ve hesaplaşabilme cesaretiyle gelişen bir kavramdır. Bu cesaret bilinci de geliştirir.
Sevgi bir duygu değil, bir bilinç düzeyidir.
Sevgiyle hoşça olun.
Nil Gün