Kendime bir ödül verdim. Önce Yunanistan’a gittim. Eğlenmeye ve dinlenmeye gerçek bir zaman ayırıp, bunun tadını çıkardım. Orada denizin, müzik ve dansın içinde mutluluktan uçtum, coştum.

Sonra da Mevlana haftasıydı. Konya’ya gittim. Sevgi, barış ve hoşgörünün toprağındaydım. Her sene Mevlana’nın ölüm yıldönümünde yapılan “Şeb-i Arus” törenlerini izledim. Orada, ölüm gününde ruhun yükselişini gördüm. (Şeb-i Arus, iki ayrı parçanın kavuşması, düğün gecesi anlamına geliyormuş.)

Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!

Nice insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok!

Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır.

Doğruluk Musa’nın asası gibidir, eğrilik ise sihirbazların sihrine benzer, doğruluk ortaya çıkınca bütün eğrilikleri yutar!…

Bu toprakta tek anladığım şey, önce “kendimi sevmem, içimdeki barışı sağlamam ve kendime hoşgörü göstermem” gerektiğiydi.

MOLA yolculuğumun üzerinden dokuz ay geçmişti ki 1982 yılına ait şarkılar birden bire yeni versiyonuyla televizyondan duyulmaya başladı!

Senelerdir onun ismini ağzıma almamıştım ama yıllar sonra çalıştığım işyerim değişti ve yeni bölümde o ismi kullanır oldum!

İçimdeki sesin bağırmasına artık gerek yoktu, onu farklı şekilde duyuyordum. Beklemeyecektim, yeniden geçmişe dalacaktım. 20 yıl sonra İzmir’e gidecektim. İlk aşkı yaşadığım şehre… Dokuz aylık moladan sonra doğuma -aslında ölüme- hazırdım!

Umarım ruhum yükselir!

Gideceğim günü belirlemiştim ama işlerimden dolayı erteledim. O sabah televizyonu öylesine açtığımda, İzmir’de 5,6 büyüklüğünde bir deprem olduğu alt yazı olarak geçti! Tüylerim ürperdi. Bu haberi duyunca kendi kendime “Orada büyük bir enerji açığa çıktı, dikkat et Meryem!” dedim.

Depremden birkaç gün sonra İzmir yolundaydım. Neyi bilmem gerekiyorsa Tanrı onu bana gösterecekti.

1.GÜN

Bu dokuz aylık dönemde birçok şeyin farkına varmama rağmen ikili ilişkilerimdeki tekrarları ve benzerlikleri de iyice görmeye başlamıştım ama görünen nedenleri bilmeme rağmen gerçek nedeni bir türlü bulamadım. Belki de cevap bu yolculuğun içindedir!

Sabah kalktığımda biraz gergindim. Göğsüm, midem ve kalbim sıkışıp durdu…

Yani doğru yoldayım!

Sorular beynimde cirit atıyor… Geçmişin üzerinden tekrar geçerken yine de bilinmezlik var. Çünkü hangi yaşanmamış duyguyu orada bıraktığımı, ne yaşayacağımı bilmiyorum. Ama bu bana göre yapmam gereken bir yolculuk. Orada hem beni çeken bir şeyler hem de hatırlamak istediklerim var. Durdurduğum, dondurduğum ne varsa artık çözülme zamanı…

Yoldaki notlarımı alırken kelimeler cümle olarak karşıma çıktı:

Siz her şeyin iyisine layıksınız.
Özgürlüğü hissedin.
ZAMAN, gerçekler zamanla anlaşılır.
Onu hiçbir şey durduramaz…

İzmir’e giderken Afyon’dan geçtim. Masumiyet enerjim, oradan geçerken sanki iki kat daha büyüyerek beni sarmaladı. İçim içime sığmadı. Çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. İçim tekrar coşarken o zaman yaşanan o kucaklanma duygusunu, daha yoğun ve farkında olarak yaşadım. Müthiş bir andı. İçimde çoğalan güçle ilerledim. Tekrar teşekkürler Afyon-Dinar…

Akşam İzmir’deydim ve yağmur yağıyordu. İçimden akacak bir şeyler var, gökyüzü bunun haberini veriyor, biliyorum, bunu hissediyorum.

Taksiye binip kalacağım yere doğru giderken şoför, “İlk kez mi buraya geliyorsunuz?” diye sordu. “Hayır, 20 yıl önce burada yaşamıştım,” diye cevap verdim. “Neden peki 20 yıl sonra?” Nedense ağzımdan şu cümle çıktı. “O zamanlar kalbim kırılmıştı, şimdi onarmaya geldim.” O da, “İnşallah olur, uzun zaman beklemişsiniz!” derken kalacağım yerdeydim.

Burada ne ile karşılaşacağımı bilmediğim için Dinar’dan sonraki duyguyu ya yakalayamazsam diye korktuğumu fark ettim! Peki, ya buradaki duygu olumsuzsa?

Belirsizliğe Güven! Sabah ola hayrola…

Kalacağım odayı bir kadınla paylaştım. Yol yorgunu olduğum için hemen uyudum. Gece bir sarsıntıyla uyandım. Artçı değil ikinci deprem! Burada yaşayacağım şey de acaba ikinci bir deprem mi?!.

Deprem anında rüya görüyordum, onunla konuşuyordum ama depremden dolayı, sabah uyandığımda rüyamı unuttum. Belki de zihnimde senaryolar üretmemek için özellikle unutturuldu!

2. GÜN

Yağmur hala yağıyor. Deprem ve yağmur… Burada sanki eksik olan bir duygu tamamlanacakmış gibi…

Yaşadığımız apartmanın önünde, 20 yıl öncesi anıların içindeyim. 1981-82 yılı… Lise son ve 16-17 yaş… İki yaz geçirdiğim ev…

İlk yaz… Kardeşlerim küçük olduğu için kontrol etmenin kolaylığı ama onların beni kontrol edememeleri… Onlara göre asi, hırçın, burnunun dikine giden, itaat etmeyen, laf dinlemeyenim… (Yıllarca da böyle anıldım.)
 
Kardeşlerimi arkama alıp, önlerinde bir duvar oluşturup, dövülmelerini engellemem ve onların yaptıkları için dövülmem…

Bakla ağızdan çıkıyor, üvey anneyle bizler üzerine yapılan hesap! Ben çocuk esirgemeye, kız kardeşim çocuğu olmayan halama, erkek kardeşim de yatılı okula gönderilecek haberi… Bu konuda -güya bizim iyiliğimiz için olduğu söylenerek- kandırılmaya çalışılmam…

Evde iki ayrı aile var, ben ve kardeşlerim ve de onlar! Kimse kimseye değmemeye ve bulaşmamaya çalışıyor. Ama öfke ve şiddet için her zaman bir bahane var!

Annemin yine bizi görmeye gelişi… Annem gelmiş deyince küplere binen, “Ya bu evden gidersin ya da anneni bir daha görmezsin!” diye her zamanki tehdidini savuruşu. Bunu aşağı inip anneme söylediğimde, “Nasıl çocuklarımı göstermezsin?” diye büyük bir kavganın çıkışı… Karakola gidilip anneme -babamın mesleğinden ve mazlum(!) yüzünden dolayı- yolların kapalı, sonucun nafile oluşu…

Annemin kısa bir görüşmeden sonra, “bu çocuğun kılına dokunmayacaksın” diye haykırıp, bana da her zamanki gibi “kendini ezdirme kızım, az kaldı, sizi yanıma alacağım” deyip oradan ayrılışı… Annem gidince “aklın başına gelsin” diye kapıyı açmayışı…

Merdivenlerde saatlerce oturup kendi kendime oyunlar yaratışım…

Her dövdüğünde beni dağa kaldırtacağını, geneleve satacağını haykıran sesler… Okula göndermeme tehdidiyle makası eline alıp, üzerime çıkıp kollarımın üzerine ayaklarını dayayıp, saçlarımı kesmeye çalışması… Keserle ya da tekme tokat dayak yemem… Banyoya kendimi kilitleyip, havluyla boğazımı sıkıp ölmeyi istediğim ya da gözüme takılan jilete doğru yaklaştığım anlar…

İkinci yaza doğru…

Üvey annenin bizi istemediğini söyleyip ailesinin yanına gidişi… Oysa o kadının tek bir nedenden dolayı evi terk ettiğini biliyorum, onu yine aldatıyor… Artık evdeki bütün işler benim üzerimde ama bu işleri yaptığım için el mahkum biraz daha insaflı günler…

Yalanların içinde büyüyen bir çocuksanız yalancıları çok iyi tanırsınız.

Ama onlar, emin olduğunuz bir şeyin bile yalan olduğuna ikna edebilir sizi! Çocuk olduğunuz için bu ustalarla(!) yaşarken bir süre sadece inanmış gibi görünseniz de yalancıların yalanına inandığınızı fark edemezsiniz. Çünkü onların bir parçası olursunuz. Belki de kendimize yalan da böyle başlıyordur!

O ev, tüm bunlara rağmen ilk kez aşık olduğum yer!

…..

Evin karşısındaki yazlık sinema, Sağlık Lisesi olmuş. O dönem filmler de müzikler de arabeskti. Balkondan, birbirine benzer bol acılı filmleri değişene kadar seyrederdik. Kendi yaşadıklarım gibi, tekrar tekrar aynı filmler…

Belki de sağlığıma kavuşma zamanıdır!
 
Apartmanın altında bakkal amcamız vardı. Nedense onu sorarken ağlamaya başladım. Sanıyorum böyle durumlarda insan geçmişine bir tanık arıyor! İnsanlar şaşkın gözlerle neden ağladığımı anlamayarak bana bakıyor. Tanımadığım, hatırlamadığım bu insanlara bir şey anlatamayacağımı düşünerek oradan ayrıldım ve apartmanın arka cephesine geçtim.

Oraya geçtiğimde oturduğumuz dairenin balkonunda uzun saçlı, mavi tişörtlü, boynu bükük, hala yolu gözleyen 17 yaşında bir kız gördüm.

Onun baktığı yöne doğru baktım, yolun devam eden kısmına… Yavaş yavaş oraya doğru ilerledim. Pembe bir bina yeni yapılmış… Önce onların işyerinin yıkıldığını düşündüm ama biraz daha ilerleyince küçük dükkanın üzerinde bir tabela ve büyük harflerle onun adı yazıyor. 

Lokman ……   İçimde bir şeyler dalgalandı ve ürperdim.

O an aklımdan Lokman hekimle ilgili okuduğum bir yazı geçti. Bir rivayete göre Davud peygamber Lokman’a bir koyun kesmesini ve kendisine en iyi yerinden iki parça et getirmesini söyler. Lokman koyunun yüreğini ve dilini getirir. Başka bir gün Davud peygamber kendisine koyunun en kötü yerinden iki parça et getirmesini söyler. Lokman yine yüreğini ve dilini getirir. Davud peygamber neden böyle yaptığını sorunca Lokman cevap verir, “İyilik için kullanıldığında yürekten ve dilden daha iyi bir şey yoktur. Kötülük için kullanıldığında da yürekten ve dilden daha kötü bir şey yoktur.”

Kapının önünde tanıdık bir sima var. “Seni tanıdım,” dedim ama ne ismi ne de hangi abisi olduğu aklıma geldi. O adını söyleyip kimi aradığımı sorarken ayağım bir adım sağa kaydı ve gözlerime inanamadım.

İçeride küçük bir pencere, pencerenin arkasında da o duruyor, bir resim çerçevesi gibi… Şaşkınlıkla ona bakarken göz göze geldik. Çünkü her şeyin değişebileceği düşüncesiyle karşılaşma ihtimalini hiç düşünmedim. O oradaydı, aynı yerde! Koşarak içeri girdim. 20 yıl sonra karşımdaydı, karşısındaydım.

Sarıldım, ağlamaya başladım. “Sus ağlama, burası yeri değil,” derken, “Neden bıraktın beni?” diye haykırmak geldi ama sormadım. O da bana sarıldı, mendil uzattı ve yanaklarımdan sıkıp gözyaşlarımı sildi.

İlk sorduğu annem ve kardeşlerimdi. Ve saçlarım… O güzelim saçlarımı neden kestirdiğim… Sonra ne kadar değişmiş olduğum… Oysa o hiç değişmemişti. Sadece biralar işe yaramış, biraz göbeklenmişti.

O küçük işyerinde etrafa bakındım. Dağınık ve karmakarışıktı. Yağ tenekeleri, çuvallar, tencereler vs.vs. Yıllar önce de öyleydi. Ne uzamış ne de kısalmıştı, aynıydı. Boş bulundum ve “Sana güvenmiştim, sana inanmıştım bu yaşam için mi benden vazgeçtin?” demekle yetindim. “Ne varmış yaşamımda?” deyince, “Bilmiyorum öylesine ağzımdan çıktı,” dedim.

Anne ve babasını kaybetmiş. Babasının ölümünden sonra işleri kötüleşmiş. Biz ayrıldıktan 10 yıl sonra evlenmiş, bir çocuğu varmış.

Yani ben, ağır bir depresyon yaşayıp ilişkimde tökezlediğim, ilk fırtınamı yaşadığım yıl… Ve apartmanımızın bahçesine kendim için bir gül diktiğim sene de onun bir çocuğu olmuş!

Kısa bir sohbetten sonra işinin olduğunu, telefon numaramı alarak arayacağını söyledi.

Belki arayacak, belki de o zamanlardaki gibi ararım deyip aramayacak ama o kapıdan çıkarken buraya gelme nedenimin bir veda olduğunu hissettim.

Ona kin beslemediğimi sadece incindiğimi fark ettim. Ona ilk sarıldığım anda, yıllar geçmesine ve tüm kızgınlıklara rağmen, bir yanımın onu hala sevdiğini fark ettim. Oysa onu hayatımdan sildiğimi sanıyordum.

Oradan çıkarken yağmur sağanak halindeydi. Balkona baktım, mavi tişörtlü o kız artık orada yoktu. Çünkü benim yolumu gözlüyormuş, yanımdaydı, ağlıyorduk. Ağlayarak yürüdük, yürüdüm. Ne gözyaşlarım dindi ne de yağmur, ikisi birbirine karıştı.

Deniz kenarındayım. Karşıyaka vapuruna bindim, karşıya geçtim ve indiğimde önümde koca bir yazı…

Dünya keşfetmek ve anlamak için var!

Tekrar vapura bindim ve yine karşıya geçtim. Kendime ve yaşadıklarıma karşıdan bakmam gerekiyormuş gibi… Ağlarken, buğulanmış vapurun bütün camlarına, içimden geçen bir cümleyi yazmaya başladım. “Hayat bir gemi, hangi yönü seçeceğine sen karar verirsin!” “Hayat bir gemi, hangi yönü seçeceğine sen karar verirsin!”

Kemeraltına geldiğimde ise eski bir şarkının sesini duydum.

İşte hayat yine akıp gidiyor
İşte hayat sensizde yaşanıyor
İşte hayat böyledir deniyor
Zaman her şeyi siliyor
Öyle uzak şimdi bana yaşadığım hatıralar…

Hemen kasetçiye girdim ve bu kaseti aldım. Albümün ismi gülümsememe neden oldu. “Hayat Öpücüğü” 

Sonra bir sokağa döndüm. Birden önüme, DUVAK yazan bir gelinlik mağazası çıktı! İçimde bir ürperti hissettim. O zamanlar hayalini kurduğum ama gerçekleşmeyen, giyemediğim kıyafet…

Belki de artık bugün bir gelindim! Geride bıraktığım diğer parçamla olduğum, ona kavuştuğum için. O an kendime sarıldım. Bu yağmurla, gözyaşıyla gelen bir kutlamaydı ve hayat bize öpücüğünü vermişti. Teşekkürler Tanrım.
 
Biletimi alıp, odama döndüğümde sudan çıkmış balık gibiydim. Saatlerce yürümüştüm farkında olmadan. Sırılsıklamdım, yağmur içime işlemişti. O anda rüyamı, deprem sırasında gördüğüm rüyayı hatırladım. Bu karşılaşma kaçınılmazdı, aslında rüyam da bunun haberini vermişti.

Bir bardak su ve bir gül ile başlayan o günlere daldım…

……

Beni kapıda bırakanlara alıştığım dönemler. O günlerden birinde merdivenlerde bir müddet oturdum. Susamıştım! Belki de susuzluğum sevgiyeydi.

Alt kat komşumuzun kapısını çaldım, karşıma o çıktı. Bir bardak su istedim, gülümseyerek getirdi. Aradan zaman geçti, yine savaş ve ben yine kapıdayım.

Merdivenleri sayıyordum, susadım ve o kapıyı çaldım. Bir bardak suyu içerken o, bir gül ile geri döndü. İşte o gün ilk kıvılcımlar başladı.

Evli abisi orada oturuyordu ve oraya gelmesi sıklaştı. Bir süre alt kat, üst kat bakışmalarından sonra buluşmaya başladık. Okul dönüşümde bekler ya da sabah erkenden gelir okula kadar bırakırdı.

O, şiddetin, sevgisizliğin içinde bir bardak suyla bana hayat vermiş, bir gülle de sevgisini sunmuştu.

Ona aşık olmuştum.

O beni sevdiğini söyleyen, her şeyimi anlatıp sırlarımı paylaştığım, güvendiğim tek insandı. İlk kez sevildiğimi hissettim.

O, benim prensimdi. Ben ise onun külkedisi…

Beni o evlerden çekip alacak, kötü anne-babalardan kurtaracak, sonsuza kadar beni sevecek, tüm kötülüklerden de koruyacaktı.

O benim kurtarıcımdı!

Ama onun bunlardan haberi yoktu, ben öyle düşünüyordum.

İlişkimiz, ne onun ailesi ne de annem tarafından pek onaylanmadı. Onun ailesi, boşanmış bir ailenin kızı olduğum için beni istemedi. Annem de pek gönüllü değildi çünkü kalabalık bir aileydi. Ailesiyle beraber oturacaktık ve bütün yük onun omuzlarındaydı.

Annem okul kapanınca bizi yanına alacaktı. Üvey babayı da sevmiyordum ama başka çarem yoktu. En azından bir daha babamın yanına dönmeyecektim.

Okullar kapandı. Birbirimizi tam tanımadan, ilişkimizin başlangıç dönemlerinde artık iki ayrı şehirdeydik! O İzmir’de ben Dinar’da… Ama yine de tüm zorluklara rağmen direttik ve nişanlandık. Genelde o Dinara gelir, birkaç gün kalır geri dönerdi. Terminale gidip hep onu uğurlardım.

Ona arkasından el sallarken nedenini bilmeden hep ağlardım. Ne zaman o otobüse binse içimden bir korku yükselirdi sanki bir gün dönmeyecekmiş gibi…

Aslında yıllar sonra Dinar’a gittiğimde depremden sonra sadece benim yattığım odanın bir kısmının sağlam kalması İzmir’e gitmem için ayrı bir nedendir. O gün, o beynime kazınmıştı. Çünkü o dönemlerde evlilik hayallerinin verdiği güvenle ilişkimiz de ilerlemişti.

Düğün tarihi yaklaşırken bir şeyler onun tarafında değişmeye, ertelenmeye başlandı. Bir süre sonra aramızda bir duvar oluştu. Uzaktan tam anlayamıyordum ama bir şeyler farklılaştı. Beni oyalıyor düşüncesiyle ve gelir benimle konuşur diye kızgınlıkla, “artık yalanlarına inanmıyorum” diyerek yüzüğü attığımı söyledim.

Ama o, ne aradı ne sordu ne de geldi. Sanki hiç bir şey olmamış, yaşanmamış gibi…

O son telefonla her şey sessizliğe gömüldü.
 
Yüzüğü atmamdan bir yıl sonra yani yalnız yaşamaya başladığımda, babasına bir mektup yazdım. Yaşadığım şehre geldi, af dileyip beni sevdiğini söyledi. Oysa yazdıklarımdan dolayı korkmuşlardı ve babasının baskısıyla geldiğini anladım. Ona inanmadım. Ayrıca kendi yaptıklarını hiç hesaba katmadan mektup ve yüzüğü attığım için beni suçladı. Ve bu onu son görüşümdü.

……

Aynı odayı paylaştığım kadınla konuşurken o da ilk aşkından bahsetti. Benzerlikler vardı yaşamımızda. Onu dinlerken, “Eğer onunla evlenseydim belki onu bu kadar özleyip, bu sevgiyi bu kadar büyütmezdim,” dediği anda ben de onunla evli olabileceğimi, şu an sahip olduğum yaşama asla sahip olamayacağımı ve sahip olduklarımı düşündüm.

Sahip olduğum yaşam öyle değerliydi ki çünkü onu tek başıma, ben kurmuştum. Her şeyde kendi emeğim vardı.

Hayal gibi görünen hedeflerimi hep gerçekleştirmeye çalıştım. Gerçekleştirdim de… Eğer o zamanlar o seçimi yapsaydım, bu güne kadar yaptıklarımı yapma fırsatım hiç olmayacaktı. Çünkü tüm zorluklara rağmen güç olan yolu seçtim ve hep adım adım ilerledim. Sahip olduklarımın maddi, manevi değerini fark ettim. O an, bulunduğum noktada kendimle gurur duydum.

Akşama doğru beni aradı, gideceğimi söyledim. Terminale bırakmayı teklif etti. Sabah buluşacaktık.

3.GÜN                                                                                                                                          

Sabah geldiğinde ikimizde de bir sessizlik vardı. Yağmur yine sağanak halindeydi. Kısa kısa cümlelerle terminale geldik. Çay içmek için bir masaya oturduğumuzda, neden geldiğimi sordu. Bir ayağımın burada kaldığını ve onu almaya geldiğimi söyledim.

Konuşurken onun gözlerinde ve sözlerinde bir şey gördüm, hissettim ve sordum. “Beni sevmiştin değil mi?” Başını salladı. “Hala seviyorsun değil mi?”Evet” dedi ve ekledi, “Ben sana hiç kırılmadım”

Otobüse bindim, yerime oturdum. İlk kez, yıllar sonra o beni uğurlayacaktı. Otobüsün kalkmasına bir dakika vardı. İçimden bir ses, “git, hadi sarıl” dediğinde tekrar aşağıya indim. O, ne olduğunu sorarken “sadece son kez sarılmak istedim,” deyip sarılıp, yanaklarından öptüm. Onun da gözyaşlarını tuttuğunu fark ettim. Otobüs oradan uzaklaşana kadar birbirimize el salladık.

Giderken yalnız değildim… Önce sol gözümden yaşlar aktı. Mavi tişörtlü kız yanımdaydı. O ve ben, kesik kesik sessizce, için için gözyaşlarımızı akıttık.

Sonra iki tane cenaze arabası önümüze geçti. Onlar ağır ağır ilerken sanki eski benliklerimizin yok oluşu da önümdeydi!

Bir süre sonra birden içimde şimşekler çakmaya, gök gürültüleri duyulmaya başladı.

Fırtına ve şiddetli bir sağanak geliyordu ve artık kendimizi, kendimi bıraktım. İki gündür dinmeyen gökyüzü de bana eşlik etti. O an, içeride ve dışarıda korkunç bir sağanak vardı.

Ölüm gerçekleşmişti, ruhum artık özgürlüğe adım atıyordu, eksik olan duygu buydu! Dondurduklarım, durdurduklarım!

Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum, bu şoförün ve yolcuların dikkatini çekti. “Ne oldu? Birini mi kaybettin? Hiç gözyaşın dinmiyor yavrum?”… diyen, endişeli ve acıyan yüzlerin sorularını cevapsız bıraktım.

Ne diyebilirdim ki?

Yazılar…

Yeni geleceklere.
Yarın da güneş doğacak.
Mucize Kuyumculuk.
Esinti.
Sızıntı, sevgi ve hoşgörünün dergisi.
Deponda güç var.
Özdilek.
Kalite anlatılmaz yaşanır. 
Mola yeri Değerli,
Kolaylı tesisleri.
İnsanlar göründüğü gibi değildir!

Kaç yaşında yaşanmış olursa olsun hayatımıza ilk girenler, ilk aşklar unutulmazmış derler. Evet, doğruydu ve ben neden unutulmadığını anladım. Çünkü duygusal yaralarımız onlarla açılıyor, pekişiyor ve kabuklaşıyor!..

Kalbim Ege’de kalmıştı. Bu ilişkinin beni nasıl şekillendirdiğinin farkında değildim. İlk ilişkide tökezlenen, eksik yaşananlar bir sonrakine ve diğerlerine akıyordu. Ta ki tekrarlara dur diyene kadar!

Ama ne yaşadığımı o zamanlar bilmiyordum ki…

Bırakıp gittiğimizde ya da bitti denildiğinde içimizde de hep bir şeyler kalıyor, yaşananlar ve yaşanamayanlar!

Ama bunlar onlara mı aitti yoksa bize mi?

İlişkilerimde neyi neden yaptığımı ya da yapamadığımı düşündüm. Bir tarafım farkında olmaksızın iyi ya da kötü hep onu aramıştı. Gözlerde, ellerde, yüzlerde, bedenlerde, yüreklerde, sözlerde, hareketlerde… Ona benzeyenleri ve onun gibi davrananları!

Bir tarafım yarımdı, bir tarafım hep eksikti. Yarım kalan sevgi, yarım kalan acı, yarım kalan özgürlük… Yarım kalanlar ise yaşanmak zorundaydı ama kendimizden başka yarım kalanları kim tamamlayabilirdi ki? Yaralarımızı ancak kendimiz sarabilirdik.

Ona ne çok anlamlar yüklemişim.

Pişmanlıklarla kavrulmak belki de tam veda edememenin sonucudur. Ya da sizi temel duygunuza sürükler, terkedilmişlik duygunuza. Çünkü bu, benim hayatta ağır bir şekilde tecrübe edindiğim ilk duygumdu.

Bununla yüzleşebilmek için bilmeden sürekli benzer kişileri hayatıma çekmişim. Terk eden ya da terk edilen olmak derin yaralarımı, çocukluk yaralarımı kanatıp durmuş. Bu yüzden ilişkilerimde ya onlarda ya da kendimde hata aramışım. Suçluluk ve suçlama ise beni tekrar kısır döngünün içine almış.

Duygusal anlamda hiçbir zaman veda eden olamadım. Özellikle sessizliğe gömülenlerle! Hayatıma, sessizce gidenleri ya da sessizliğe gömülenleri seçtim. Bu tür insanların karşısında da yaşadığım tek şey öfke ve acıydı. (BEN BİR ÇOCUKTUM, ÇOCUK! Bu yolculuğumla yavaş yavaş ipuçlarını birleştirecektim.)

Ve ben, yıllarca ona verdiğim ya da veremediğim tepkileri karşımdaki diğer kişilerle yaşadım. Emin olduklarımdan bile emin olamadan!

Oysa onunda kendince nedenleri vardı. O noktaya gelmek sadece benden kaynaklanıyor olamazdı. O da ailesine yenik düşmüştü ve kendi korkularına! Ben de aynıydım! Farkında olmadan senelerce, verdiğim kararın doğru olmasına rağmen kendimi seçimimin yanlış olduğuna inandırmışım.

Çünkü yüzüğü atan bendim.

Annemin haberi yokken tek başıma bu kararı vermiştim ve söylediğimde büyük bir tepki aldım. Nişanlısından ayrılan bir kız ve elaleme ne diyeceğini düşünen bir anne! Birçok sözlerle suçlanan ve sonra da kendini suçlayan ben!

Oysa o dönemlerde yalanları hissediyordum, biliyordum, görmüştüm. Hissettiğimin doğru olmasına rağmen onların söylediklerine inanmam, kendime güvenimin olmamasındandı ama yine de bir tarafım biliyordu.

O bana uygun değildi, evleneceğim kişi değildi.  Ve ne onda ne de bende yanlış yoktu, seçim vardı!

O an sordum kendime, ya ben o zamanlar evliliği neden istedim?

Kurtarılmak için, gözüm arkada kalmasın diyenlerin baskısı için!…

17 yaşındaydım; iki üç ay içinde, laf çıkmasın diye hemen yüzük takılmıştı ve savaşların içindeydim.

Sevilmemiştim ki sevmeyi tam olarak bileyim.

Kendimi sevmeyi öğrenememişken nasıl birini tam olarak sevebilirdim?

Evet, o zamanlar içimde bir sevgi vardı ama kendimce… Beklentilere dayalı…

İlişkimiz nasıl biterse bitsin düşman bile olsak, düşman bile olsalar hatta yanlış seçimler bile olsa ya da evliliğe, ilişkilere kendimizce anlamlar dahi yüklesek, bir zamanlar bir an kendimizce sevdiğimizi, sevildiğimizi unutuyorduk!

Bitince suçlamak niye?

Kimi suçluyoruz?

Herkes kendi bildiği gibi seviyordu ve farklıydı.

Biten sadece ve sadece ilişkiydi.

Ona gerçek vedamı yaparken kendime bir adım atmıştım. Ayağıma ağırlık yapan bu şehirde içindeki sevginin farkında olmayan, sevilmediğini düşünen, boynu bükük, yolumu gözleyen, “gel, buradayım ve birlikte ilerleyelim,” diyen mavi tişörtlü parçammış.

O kız bir hazineydi ve daha birçok şey ortaya çıkacaktı, biliyordum.

Ve anladım ki, hayatımıza birileri giriyorsa orada yaşanan bir sevgi vardı. Aslında o sevgi hep vardı. Var olanın bitmesine ise imkan yoktu. Sevgi yine bizdeydi. Ve onlar, kendi içimizdekini görmemiz için birer aynaydı.

20 yıl sonra tüm yaşananlara rağmen gördüğüm, hala birbirlerine sevdiklerini söyleyen ve birbirinden hiçbir şey beklemeyen iki insan!

O sevgi onun içindeydi!
O sevgi benim içimdeydi!
Sevgi bizim içimizdeydi!

Yıllar sonra bile, o bir aynaydı kendi içimdeki sevgimi görebilmem için, o bir aynaydı sevildiğimi görmem için!

Oradan ayrılırken İzmir bana yağmur damlalarıyla seslendi:

“Seviyor ve Seviliyorsun. Sevmekten (Kendini Sevmekten) Asla Vazgeçme!”

Ve biliyordum ki sevmenin ve sevilmenin duygusunu artık hep içimde taşıyacaktım.

Anladım ki insanlardan, ilişkilerden vazgeçebilirdim ama içimdeki sevgiden asla vazgeçemezdim.

Kendimi sevme, içimdeki barışı sağlama ve hoşgörü zamanı gelmişti.

10 yıldır farkında olmaksızın nereye gidersem gideyim, hep çantamda taşıdığım suyumu(!) çıkarıp bir yudum içtiğimde, nedense o günlerde dinlediğim Orhan Gencebay şarkısı içimde yükseldi.

O an mavi tişörtlü kızın bana, ruhumun bana, Tanrı’nın bana, benim bana ve onun bana, aslında hepimizin birbirimize söylediği bir şarkıydı bu.
 
                                            BUNCA YIL HABERSİZ

Bunca yıl habersiz yaşadım seninle
Bugün de dün gibi dertlerimi dinle
Yaşamak sen demek, ölmekte seninle
Bugün de dertlere ortak ol benimle
Hepimiz Tanrı’dan bir parça değil miyiz?
Hepimiz o eşsiz, duygunun esiriyiz
İşte ben hep böyle geceleri beklerim
Bu sessiz dünyamda aşkımda birleşirim

Gayesiz yaşanmaz ben ise yaşıyorum
Ümitsiz olsa da seni çok seviyorum
Mutluluk sen demek sevmektir biliyorum
Ben böyle mutluyum sana da diliyorum
Hepimiz Tanrıdan bir parça değil miyiz?
Hepimiz o eşsiz duygunun esiriyiz
İşte ben hep böyle geceleri beklerim
Yıllardır seninle aşkımda birleşirim

Ölmekte seninle
Kalmakta seninle
Mutluluk seninle
Hep seninle…

Gözyaşlarıyla kavşak olan Afyon’dan tekrar geçerken bir ses duydum. “Masumiyetini koru! Onu koru!” O da aramızdaydı ve biz artık üç kişiydik.

Biliyorum, bunlar gelecekte önüme koyduğum kristallerimdi. Tıpkı geride bıraktığım hazinelerim gibi… Ve şehirlerden kendi gücümü alıyordum, ister geçmişe ait olsun ister geleceğe…

O yollara kendi enerjimi demirliyordum, parlayan, yepyeni, ışıl ışıl!

Sevdiğinizi ve Sevildiğinizi unutmamanız dileğiyle…

Teşekkürler İlk Aşk…

Share This