Yirmilerimin başlarına dek babamın ben doğduktan kısa süre sonra ailemizi terk etmiş olmasının beni bir şekilde etkilemiş olabileceği pek aklıma gelmemişti. Aile dinamiklerini inceleyen bir hafta sonu atölyesine denk gelene kadar, inkâr edilemez gerçekle -babamın gidişinin hayatımın tanımlayıcı olayı olduğuyla- yüzleşmemiştim.

Ebeveynlerimin ayrılığına dair ayrıntılardan haberim yoktu ama benim rahme düşüşümün evliliklerini kurtarmak için attıkları başarısız bir adım olduğunu biliyordum. Hatta bana ne ad verecekleri konusunu bile tartışmışlardı. Nihayetinde annem, manevi işkence gördüğü gerekçesiyle babamdan boşanmıştı. Babam boşanma işlemleri tamamlandıktan birkaç ay sonra bizi ziyaret etmeyi bırakmıştı. Aşağı yukarı altı aylık olduktan sonra onunla hiçbir iletişimim kalmamıştı.

Babam bizi sadece fiziksel olarak değil, ekonomik olarak da terk etmiş, tek kuruş nafaka ödememişti. Bunu sonucunda annem bir noktada bana ve ablama bakabilmek için üç işte birden çalışmak zorunda kalmıştı. Küçük yaşta evin erkeği olmuştum. Güçlü durmak zorundaydım. Ablam akıl sağlığıyla olan bitmek bilmez savaşlarından birini daha kaybettiğinde, onun hayatını yoluna koymasına yardım eden kişi genelde ben olurdum. Gittiğim okulda zorbalığa en fazla uğrayan çocuklardan olmama rağmen diğer çocukların önüne atılarak onları korumaya çalışırdım. Başkalarının acı çektiğini -derinlerde bir yerde benim de hissettiğim acıyı yaşadıklarını- görmeye dayanamazdım.

Çocukluğumun fiziksel ve duygusal stresini yaşarken beni kökten şekillendiren bir şeyi de özümsemiştim: çektiğim acının benim suçum olduğunu. Çocuklar benmerkezcidir, dünyanın onların etrafında döndüğünü düşünür, daha önemlisi, olan bitene kendilerinin sebep olduğunu sanırlar. Bu sebeple yaşadıkları travmanın -bu ister ebeveyni tarafından terk edilmek ister başka duygusal istikrarsızlık deneyimleri olsun- bir şekilde onların suçu olduğu sonucuna varırlar.

Ben inziva merkezinin zemininde yatar, Prakash diz çöküp üzerime eğilir ve bedenim beni yiyip bitiren zehri dışarı atmaya çalışırken, hayatımda ilk defa öfke ve nefret arasındaki farkı anladım. Öfkenin hararetli, ateşli bir yapısı varken nefret soğuktu. Sadece babamın ölmesini istemiyor, onu kendim öldürmek, üstelik bunu ağır ağır, acı vererek yapmak istiyordum. O bizi her ne yönden incittiyse ben de onu tüm o yönlerden incitmek istiyordum.

Babamın halen hayatta olma ihtimalinin yüksek olduğunu biliyordum. Madem öyle, neden hiç kontak kurmaya çalışmamıştı? En azından iyi olup olmadığımızı öğrenmek için bizi yoklayabilirdi. En ufak bir temas kurmamıştı. Ne bir telefon ne mektup. İncinmiştim. Çok incinmiştim.

Sonsuzluk gibi gelen fakat muhtemelen yaklaşık 15 dakika süren bir zaman diliminin ardından içimdeki nefret dağılmaya başladı. Prakash nazikçe şimdi ne hissettiğimi sordu. Başta emin olamadım. Bunun doğru olmasını hiç istemiyordum ama nefretimin daha da acı bir başka gerçeğin maskesi olduğunu biliyordum: Babamı istemekte olduğum gerçeğinin. Babamın beni sevmesini, hayattaki her şeyden çok istiyordum.

Babamdan nefret ederek güçlü olduğum illüzyonuna kapılıyordum. Ona olan ihtiyacımı hissederken ise hayatta en ufak bir savunmam kalmamış gibiydi. Prakash beni nazikçe hislerime açık olmayı sürdürmeye davet ederken, duyduğum hisler o kadar yoğundu ki sanki kalbim parçalara ayrılıyordu.

Nefretim hüzne dönerken çığlıklarım çaresiz iç çekişler halini aldı. Yanaklarımdan yaşlar süzülürken babası tarafından terk edilmiş küçük oğlan çocuğu olmuştum. Oğlan son derece masumdu ama yine de bir şekilde bunun onun suçu olduğuna inanıyordu. Bu oğlan çocuğu babasının sevgisine yemek gibi, oksijen gibi ihtiyaç duyuyordu. Bu dünya üzerindeki hiçbir şeyin iyileştiremeyeceği bir acıydı. Baba sevgisi görmek bana insanın temel haklarından gibi geliyordu ama ben ona sahip olamıyordum.

Teslimiyetteki Güzellik

Asla içinden çıkamayacağım bir noktaya gelmişim, kalp kırıklığımı sonsuza dek taşıyacakmışım gibi hissediyordum. Sonra hiç beklenmedik bir şey oldu. Kırık kalbimin derinliklerinden yeni bir his doğmaya başladı: sevgi. Kalp kırıklığım o ana dek hissettiğim en derin, en büyük sevgiye dönüşmeye başladı.

O noktada akıl ve mantığın çok ötesindeydim. Bu yüzden olan biteni anlamlandırmaya kalkışmıyordum bile. Sadece sözleri ve sevecen varlığıyla beni yaşadığım şeyin daha da derinlerine yönlendiren Prakash’ı takip ediyordum. Bu yeni hisler çoğalmaya devam ederken en ufak direncim kalmamıştı. Kalbim saf koşulsuz sevgiden oluşan bir girdabın merkezi gibiydi. Biri ya da bir şeye duyulan sevgi değildi; sadece sevgiydi. Sanki sevgi her şey ve herkesin kumaşıydı. Kalbim halen ağrıyordu ama canımı acıtmıyordu; sadece müthiş hassastı ve bütün varlığımda, her bir hücremde titreşiyordu.

Prakash beni bu hissin içine daha ve daha fazla girmek üzere nefes alıp vermeye teşvik ederken bilinçli zihnim neredeyse tamamen geri çekildi. Sadece sevgiyle kuşatılmış değildim. Sevginin kendisiydim. Katıksız mutluluktum. Hepimizin hayat boyu aradığı şeyi orada, bir inziva merkezinin zemininde hissediyordum.

En derin korkumun ve travmamın merkezine eriştiğimde bulduğum şey korktuğumun tam tersi olmuştu. Duygularım korkup kaçmamı gerektiren şeyler değildi. Onlara güvenip kendimi onlara açmayı öğrenince sahip oldukları şifalı bilgeliği açığa çıkarmıştım.

Share This