Yağış, hayatı durma noktasına getirmiş; elektrikler kesilmiş, kanalizasyonları patlatmış, ulaşımı felç etmişti.
Berber Hasan’ın evindeki telaş ve panik yerini heyecana bırakmıştı. Evden acı bir çığlık koptu. Vaveyla, önce havaya, sonra gök gürültüsüne, en sonunda yıldırıma karışarak Silistre’nin üstünde yankılandı.
Sonrasında uzun bir sessizlik. Neden sonra bir çocuk ağlaması bu derin sessizliği bozdu. Hasan Efendi heyecanla doğumun gerçekleştirildiği odaya girdi. Eşi, Hasan Efendi’ye nur topu gibi bir kız çocuğu daha vermişti. Berber Hasan’ın içini buruk bir sevinç kapladı. İlki de kızdı. İkincisinin erkek olmasını istemişti. Kucağına aldı bebeği, kulağına ezan okudu ve ismini söyledi. Umut olsun diye çocuğun ismini Umut koydular.
Umut ile neyi umut etmişti Hasan Efendi, bu bilinmez. Ancak, bilinen bir şey var ki; ne Silistre, ne de Rumeli artık Osmanlı’nındı. Batı Trakya ve Rumeli, Balkan Harbi ile Osmanlı’nın elinden çıkmış, Balkanlar’da yeni devletler türemişti. Bu büyük devlet, tarihin karanlık sayfalarındaki yerini alırken, Tuna ile Sakarya farklı, farklı çağlıyor; birinden gözyaşı, öbüründen hürriyet akıyordu. O şanı büyük Osmanlı’dan miras, geriye türküler ve yağmalanmayı bekleyen abideler kalmıştı.
Baba Hasan Efendi, Bulgar mezaliminin devam ettiği yıllarda birkaç kez Türkiye’ye, anavatana gelmeyi denediyse de olmadı ama eşini göndermeyi başarmıştı. Göndermişti, göndermesine ama eşi Türkiye’de bir başkası ile evlenmiş, uzun ve çileli hayat yolculuğunda onu yalnız bırakarak ahde vefa göstermemişti. Hasan Efendi iki çocuğu ile kalakalmıştı Silistre’de; kolu kanadı kırılmıştı. Artık çocuklarına hem analık, hem de babalık ediyordu. Umut, Berber Hasan’a umut oluyor, bir tek onunla teselli buluyordu.
Yıllar yılı kovalıyor; Umut bebek de hızla genç kızlığa adım atıyordu. Gösterişli, alımlı ve güzel bir kız olmaya başlamıştı. Şişeden süzülmüş meye benzeyen al yanakları, şehla bakışları, alev sarısı saçları ve bal dudakları ile okulun en güzel kızı o idi. Tüm genç erkekler onun peşine düşüyor, ona yakın olabilmek için can atıyorlardı. Silistre’nin en güzeli olmak beraberinde dedikoduları da getiriyor, tüm yakışıklı erkekler yanına yakıştırılıyordu.
Bu arada Umut liseyi bitirmiş, yazı tatilinde hediyelik eşya satan bir dükkanda işe başlamıştı. Umut’un umudu, hayalleri vardı. Okumayı, doktor olmayı çok istiyordu.
Bir günSilistre’ye gelen bir grup Alman, Umut’un çalıştığı dükkana hediyelik eşya almak üzere uğrar.
Umut, şehla bakışları, dalgalı saçları ve fidan gibi boyu ile kafiledeki Alman gençlerden birini çok etkililemişti. Umut, ilk zamanlar kayıtsızdır bu ilgiye. Alman genç, onu daha fazla görebilmek ve niyetinin ciddi olduğunu göstermek için tatilini uzatmaya ve her gün dükkana uğramaya başlar. Bütün bunlardan sonra Umut da çocuğa karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştır. Ama duygularından çok emin değildir.
Akmam diyen Tuna nehri boynu bükük, nazlı, nazlı çağlamaktadır. Tuna nehrinin dalgaları Umut’un yüreğini serinletmekte, delicesine esen rüzgar saçlarını savurmaktadır. Vakit akşam üstüdür, sular kararmaya, güneş dağların arkasında kaybolmaya başlamıştır. Alman genci, elinde beyaz bir gül ile “Silistre yahut Almanya” diyerek izdivaç teklifini yapmıştır.
Ne Umut Zekiye’dir, ne de Alman, İslam Bey’dir. Şartlar “Vatan Yahut Silistre”deki gibi değildir ancak başka bir mücadelenin içindedir, Umut. yaşam savaşı vermektedir. Hayatı gözünün önünden film şeridi gibi geçer, gider. Annesiz geçen yıllarını, çocukluğundaki Bulgar mezalimini, hakkındaki dedikoduları, yokluk günlerini düşünür. Dalgın ve şaşkındır, ne diyeceğini bilemez. Bunu fırsat bilen genç ısrarını sürdürmeye devam eder ve teklifini kabul ettirir.
Silistre, yine kaybetmiştir. Bir güzelini daha başka bir mücadeleye feda etmiştir.