Cem Boyner’in bir sözünü okudum geçenlerde. “Sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler.”

Ne yaman bir çelişki; insan adına, insanlık adına. İçinde olduğum sistem bana bir şekilde fayda sağlıyorsa, o faydadan vazgeçmemek adına sistemi değiştirmeye kalkışamıyorum. Sistem değişirse açıkta kalabilirim. Güvencelerim yok olabilir. Sistem harika olabilir ve ben bir hiç olabilirim.

Toplumsal sistemleri düşünmekten öte aklıma ilk gelen nevrotik egomuz oldu. Egomuz, savunma mekanizmaları ile sistemden beslenirken, “öz”ümüze yolculuğumuza ve gelişimimize nasıl izin verebilir ki. Fayda sağladığı bir düzenin, güven hissettiği bir ortamın bozulması hiç işine gelmeyecektir.

Nevrotik egodan “o” şeklinde bahsettiğime bakmayın siz, nevrotik ego biziz zaten. Biz, içinde bulunduğumuz yaşamdan bir şekilde beslenirken, bir yandan da bireysel gelişim yolculuğuna çıkıyoruz; dayandığımız duvarları yıkmaya, bize nefes aldırtan ve iyi hissettiren bağımlılıklarımızı bırakmaya, kendimizi iyi hissettiren imajlarımızdan kurtulmaya, alıştığımız maskeleri takmadan ilişki kurmaya, rol yapmadan gerçek “ben”imizle var olmaya…

Tam bir ikilemin içinde kalıyoruz aslında. Yıllardır beslendiğimiz sistemi yıkarken zaman zaman derin şüpheler içinde kalmamız bundandır işte.

Sistem yıkılırken “hiç”liğe doğru ilerliyoruz. Yenisi kurulmadan önce öyle bir noktaya geliyoruz ki, o noktada ne olduğumuz ile ilgili dayanaklarımızı kaybediyoruz. Kendimize yabancı, dünyaya yabancı oluyoruz. “Hiçbir yerde” hissediyoruz ve “her yerde” olmak istiyoruz, olamıyoruz. “Kendimiz” bildiğimiz kendimiz de olamıyoruz. Geri de dönemiyoruz. İlerisi çok korkutmaya başlıyor. Yabancısıyız oranın, güvenilir kucaklara geri çekilmeyi arzu ediyoruz.

Ah, o beslendiğimiz sistemden kopmakla kopmamak arasında gidip geldiğimiz zamanlar! Nasıl canımız acıyor ve nasıl kendimizle savaşıyoruz. Hatta çevremizdekilerle savaşıyoruz. Kendimize ve çevremize saldırıyoruz. İçimizdeki canhıraş sesi böyle susturmak istiyoruz. Ya da belki de içimize dönüp sessizleşiyoruz. Öyle sessizleşiyoruz ki böylece içimizdeki sesin de tamamen susmasını ümit ediyoruz.

Köklü yapılar değişime en çok direnen yapılardır. Bu yapıları oluşturan her bileşen de aynı şekilde değişimle inatlaşır. Değişimden korkar, yok olacağından korkar.

Ruh, beden, zihin ve duygu bileşenlerimiz de bireysel değişimlere direnir.

Her bileşenin uyumlanma sürecinde çok yoruluruz ve hırpalanırız. Kısa süreli depresyonlar yaşayabiliriz, fiziksel rahatsızlıklar geçirebiliriz, zıt düşünceler zihnimizi allak bullak edebilir, bir anda ağlarken bir anda gülebiliriz…

Gelişim yolculuğumuzda iki ileri, bir geri ilerlerken, “hiçbir yerdeyim” noktasını geçtiğimiz andan itibaren yeni sistem de kurulmaya başlanır.

Yeni sisteme geçiş, yeni sistemi yaşayış sancılıdır ama onca çabadan sonra çok keyiflidir. Ve üstelik korktuğumuz da olmaz, yok olmayız, tam aksi “var” olmaya başlarız tüm gücümüzle.

Bu yeni sistemle var oluş tabii ki acemiliğini de içinde taşır. Köklü yapının yerine kurulan yeni yapı pek çok ilkin yaşanması demektir.

Bu ilkler heyecanlı deneyimlerdir. Ya da deneyimsizliklerdir.Bir çocuk heyecanı ile evrenin yaratıcılığını ve spontanlığını yaşarız. Bir çocuk gibi kendimize yanlış yapma, yanlışlardan öğrenme ve tüm bunları yaşam oyununu oynayarak öğrenme hakkını tanırız.

 Oyun arkadaşlarımızı buldukça daha da keyifleniriz, beraber oynar, beraber öğreniriz. Biz çocuk oluruz, yaşam oyun bahçemiz…

Cem Boyner’e gönülden katılıyorum, sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler; azmedip, her şeye rağmen istikrarla eyleme geçmedikleri sürece…

Share This