Bu yazıya bir türlü başlayamadım. Günlerdir kendimi söyleyecek sözüm kalmamış gibi hissediyorum. Soma faciasının ve facia hakkında yapılan yorumların ruhumda yarattığı suçlama, saldırı, savunma, öfke, üzüntü, çaresizlik, suçlama, saldırı, savunma çemberinde fırıldak gibi dönmekten bir oturup da iki satırı alt alta seremedim. Üstüne bir hemşerisinin cenazesi sırasında yediği polis kurşunu ile can veren Uğur Kurt’un haberi geldi. Ardından gelen yorumlarla ben yine çemberin içinde, daha derininde, merkezinde…
Sözün bittiği yerdeyim. Sokaklara çıkıp haykırmanın can kaybından başka bir şey getirmediğini anlamış pek çok kişi gibi ben de inandığım değerler için hangi alanda mücadele edeceğimi şaşırmış durumdayım. Yazsam ne yazar, diyordum. Hepimiz yazıyoruz. Yazıyoruz da ne oluyor? İnsan canının her şeyden ucuz, en ucuz olduğu gerçeği değişiyor mu?
Sözün bittiği yerde varoluşsal bir krize girmek üzereyim.
Derken hafta sonu geldi. Yılın en dolu hafta sonu. Bu okuduğunuz yazının tek satırı bile henüz ortada yok. Toplam on sekiz saat boyunca psikolojik danışmanlık eğitimi aldığım okulda görevliyim. Birinci sınıfların Aile Tarihçesi Sunumları sırasında hocalara asistanlık yapmak lazım geliyor. Her bir sunum dört saat sürüyor, aralarında yarım saat ara, sonra yeni bir sunum. Benim görevim bahsi geçen ailenin hikayesini dinlerken yılları takip edip o arada dünyada olup biteni rapor etmek.
SAYFA-BOLUMU
Geçen sene aynı projeyi ben de sunmuştum. Dört saat içinde hem anne, hem baba tarafının üç kuşak hikayesini anlatmak icap ediyor. Bunun için de aylarca aile fertleri ile mülakat yapmam, fotoğraf, günlük, mektup ve daha neler neler toplamam gerekti! Babaannemin, anneannemin, dedelerimin çocukluk yıllarının nasıl geçtiğine, kendi ana babaları, kardeşleri ile olan ilişkilerine, nerede tanışıp, nasıl bir düğün yaptıklarına, düğünlerine kimlerin geldiğine kadar her şeyi soruşturup bulmam gerekti. Bir sürü bilmediğim şeyi öğrendim. En çok da kendi ailem hakkında ne çok şeyi bilmediğimi!
Aylar süren araştırmam boyunca halalarımla konuştum, kuzenlerimi sıkıştırdım, Vukuatlı nüfus örneği çıkartsın diye annemi Beşiktaş Nüfus Müdürlüğü’ne sürükledim, annemin kendisi, teyzem ve kuzenleri ile mülakat yaptım. Babamın kendi babası ile olan ilişkisini, annemin kendi annesi ile olan ilişkisini farklı ağızlara anlattırdım. Seksen yaşındaki halam mesela, hiç üşenmedi, beni aldı çocukluklarını geçirdikleri Üsküdar’daki sokağa götürdü. Dut ve incir ağaçlarının gölgesinde salıncak kurdukları bahçelerin yerinde apartmanlar yükseliyordu, evet ama hâlâ sessiz sakin bir sokaktı, ve güneşin alnında halamla o sokakta yürürken onun anlattığı bahçeler, dar sokaklar, çeşmeler bir bir gözümün önünde canlandı.
Onu da Üsküdar Nüfus Müdürlüğü’ne götürdüm. Orada çalışan genç kadınlar halamın etrafını sardılar. Ciltli kütüklerden bilgisayara geçirdikleri o insanların en eskilerinden biriydi ne de olsa, ona çok hürmet ettiler. Babaannemle, dedemin vukuatlı nüfus kağıtlarını onun sayesinde çıkarttım. Düğün tarihlerini, bizlere adı bile ulaşmayan, bebekken ölmüş amcamın varlığını da bu sayede öğrendim. Soyadı tutarsızlıkları, doğum ve düğün tarihi uyuşmazlıkları, adı hiç geçmeyen ilk kocalar, nüfustan çıkıp geri giren kız evlatlar… Vukuatlı öyle böyle bir şey değil, her eve lazım!
Nihayet geçen Mayıs sonunda aile tarihçemi sunma vakti bana geldiğinde kendimi sapıma kadar kanından, canından geldiğim bu insan topluluğuna ait hissediyordum.
SAYFA-BOLUMU
Psikolojik Danışmanlık programına devam ettiğim Clearmind Enstitüsü’nün bize bu projeyi yaptırmasının tek sebebi aidiyet duygumuzu güçlendirmek değil elbette. Bugün, birinci sınıfların sunumlarını izlerken bu projenin amacını çok daha net bir şekilde görme imkanım oldu. İnsan ne de olsa kendini sunum yaparken göremiyor, o heyecanda hocaların ailenizin ve sizin hakkınızda yaptıkları çözümlemeleri bile doğru dürüst anlayamıyorsunuz. İşte böyle ancak bir sene sonra filan az bir şey hazmetmiş ve projenin amacına dair bir fikir edinmiş oluyorsunuz. Bizim okulun benimsediği transpersonel psikoloji ekolü, bireyin iç/dış çatışmaları ile problemlerinin kaynağını sadece kendi hayat süresinde yaşanan olaylar ve şartlarla sınırlı tutmuyor. Bize, tıpkı Yüz Yıllık Yalnızlık romanında olduğu gibi kitabın son bölümü olduğumuzu hatırlatırcasına, bugünkü sıkıntı ve acılarımızın sistem içinde (aileye sistem deniyor) eskiden yaşanmış travmatik olaylar, kayıplar ve ilişkilerden de kaynaklandığını tezini savunuyor. Bu perspektiften bakınca üst kuşaklarda yaşanmış kayıplar ile sonraki kuşaklardan saklanan sırlar hiç tahmin etmediğimiz bir krizimize ışık tutabiliyor.
Kayıp derken neden mi söz ediyorum?
Öncelikle ölüm; özellikle yası tam tutulmamış, geçiştirilmiş, üstü örtülmüş, çocukların sadece yetişkinlerin enerjisinden bile o konuda konuşmamaları gerektiğini öğrendikleri ölümler elbette bir numaralı kayıplar. Bebek ölümleri ve düşükler, yasları pek tutulmayan, hemen ardından gelen bebekle geçiştirilen acılar olarak görülüyor ve o tutulmamış yas bir yolunu bulup sonraki kuşaklara sızıyor. İntihar, aile içi cinayet ya da adı anılmayan ayıp hastalıklardan ölenlerin yası da pek açık açık tutulamıyor. Üst kuşaklardaki küçük bebek ölümlerini, düşükleri -ve tabii kürtajları-, cinayetleri, intiharları pek bilmeyişimiz, ailevi bilinçaltının bunları önemsizleştirmek için geliştirdiği bir teknik aslında.
Kayıplar ölümlerle sınırlı değil. İflas, göç, boşanma ve hatta gerçekleşmemiş hayaller bile sonraki kuşaklara çoğunlukla hazmedilmemiş acılar ve sebebi bilinmeyen huzursuzluklar olarak geçen tecrübeler. Mesela bir kadın hamile kaldığı için eğitimini yarıda kesiyorsa, o kadının büyük kızı genelde annesinin kaybolmuş hayalini sürdürmek zorunda hissediyor kendini. Göçe zorlanmış topluluklar ve hatta aileleri yüzünden çocukluklarında ülke değiştirmiş çocukların torunları hayatları boyunca sağlamlık ve kimlik arayışında olabiliyorlar.
SAYFA-BOLUMU
Bugün ben defalarca, dünyanın farklı köşelerinde yaşamış ailelerinin ört bas ettikleri utançlarının torunlarındaki yansımalarını izledim. Yası tutulmamış, üstü örtülmüş kayıplar kadar sistemin sakladığı sırlar da sonraki kuşaklarda kaygı, huzursuzluk, korku, şizofreni, madde bağımlılığı, şiddet, psikopat ve sosyopat eğilimler olarak ortaya çıktı, her seferinde…
Bu size bir şeyleri hatırlatıyor mu? Bir başka büyük ailenin (sistemin) tarihi ve onun genç kuşaklarının yaşadığı kriz hakkında bir şeyler uyanıyor mu içinizde? Benim iki gündür dinlediğim aile hikayelerde aklım döndü dolaştı aynı yere takıldı:
Dört kuşaklık bir aile olarak T.C.
Hani suç işlemiş çocukların, tecavüze uğramış ergenlerin gazetelerdeki gözlerine bir bant çekilir ve sadece isimlerinin baş harfleri verilir ya işte öyle bir T.C. Üst kuşakların önemsizleştirdiği kayıpları ile ört bas ettiği, yalanlayıp inkar ettiği sırların hesabını şimdi şiddet, kaygı, durdurulmaz bir huzursuzluk olarak yaşayan T.C.
Varoluşsal krizde T.C. Sen, ben, biz, hepimiz… Bizim sistem.
Sözün bittiği yerdeyiz. Bildiğimiz paradigma içinde konuşacak sözümüz kalmadı. Bugünkü siyasi aktörleri yaşadığımız şiddetinin ve insaniyetten uzak ortamın sonucu değil de sebebi olarak görmek, “bunlar gitsin, her şey güllük gülistanlık olacak” demek, geçmişi idealleştirip, bir takım büyükleri efsaneleştirmek (ki bunlar da aile tarihçesinde sıkça yapılan şeyler) aslında ferdi olduğumuz T.C. ailesinin geçmiş ile bağını koparmak için son üç kuşağının tekrarladığı tekniklerden bazıları. Bu arada T.C. ailesi derken, duygusal mutlu bir tablo çizmek niyetinde değilim. Küçümsediğimiz kuzenler, nefretle andığımız amcagiller, öve öve bitiremediğimiz büyükanneler ve tuhaf uzak akrabalarımızla beraber, istesek de istemesek de birbirimize bağlı olduğumuz bütün anlamıyla aileden bahsediyorum.
Bugün açık seçik gördüm ki kendi şahsi minicik yaşam sürelerimize bakarak güncel krizleri anlamaya çalışmak ve çözmek beyhude bir çaba. Sözü o daracık alanda çevirip durdukça suçlama, saldırı, defans, öfke, üzüntü, çaresizlik çemberinden çıkamadığımız da aşikar. Zaman sistemin kilitlediği, tabulaştırdığı, üstünü örtmeye çalıştığı kayıplara bakma, yasını tutup, affetme, af dileme ve herkesin ama herkesin masumiyetini görme zamanı…