tamadi-ve-ev-endustrisi-i

Müthiş iyi niyetli, çok temiz bir oluşum TAMADI

Sevgili Kutlay Gürcihan’ın daveti ile katıldık. İlhan Ağabey’in de peşine takılmış olduk 🙂 Belçika’nın en güzel köylerinden Floreffe’de faaliyet gösteren Floreffe De Paysans – Artisans Kooperatifi‘nin çalışma düzenini, amacını, yararlanıcılarını ve üyelerini, kısacası düzenini görmek amaçlı uzunca bir geziydi bu.

Önce, Hüsniye ile, beraber gitmeyi kararlaştırdık. Sonra çiftlikte işleri aksatmamak adına “ikimizden biri gitsin” şekline dönüştü bu karar. Kura çektik; velhasılıkelam Hüsniye gitti; bize de onu adım adım takip etmek, “Vay vay vay…” demek, dönüşünü beklemek düştü. Biz çiftlikte rutin çalışma, bol tempo ve adrenalinli günler geçirirken Hüsniye huzur dolu, bilgi dolu, “Vay be…” dolu fotoğraflar gönderip durarak bize nispet yaptı. Bu gezide çekilmiş birbirinden güzel fotoğrafları görmek isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.

Sonunda büyük gün de geldi; Hüsniye ve İlhan Ağabey memlekete döndü. Soluk soluğa anlattıkları “Oralarda nasıl? Onlar nasıl yapıyorlar? Şöyle mi? Böyle mi? Aaa, hadi ya..?” sohbetlerini kısa kısa aşağıda aktarayım 🙂

Floreffe köyünde toplam 45 üretici var. Bu üreticilerin sahip oldukları tek iş, yaptıkları… Endüstriyel değil “evdüstriyel” üretim yapıyor her biri. Bira yapanı da var, peynir yapanı da… Ekmek, çikolata, sebze – meyve, meyve suyu, şarap, yumurta… Aklınıza ne gelirse üretiyorlar. Alabalık besleyip füme yapıyorlar. Tavuk, keçi, koyun, inek, domuz besliyorlar.

Sirke kuranlar, reçel pişirenler, meyve şurupları hazırlayanlar… Cider, süt, yoğurt, doğal baharat, doğal çay, buğday… Unu hem kendileri kullanıyorlar, hem satıyorlar. Evinde elma turtası yapanlar falan mesela.

Tüm bu “evdüstri” devletin kontrolü altında. Sadece kontrolü değil, gerçek anlamda kanatları altında… Devlet gerçekten üreten, iyi ve dürüst besin sağlayan her üreticiyi özenle koruyor, gözetiyor, sıkmıyor, destekliyor. 

Öyle farklı dinamikler var ki önce aklımız havsalamız almadı. Sonra yaşadıklarımız ile bir arada düşününce kafaların bambaşka olduğunu daha net gördük.

Fotoğraflara bakınca zaten az – çok canlanacak bu duygu sizde de… Ben de burada biraz tercüman olayım.

Ekmek yapan kadının kocası, bir tarla buğday dikiyor. Hatta diktiği de bizim Karakılçık ve Kavulca… Belçika’nın bir köyünde karşılaşınca şaşırdım. 🙂

tamadi-ve-ev-endustrisi-ii

Tarladan çıkan buğday, eski bir değirmeni yaşatmaya çalışan üç tane dehşet çalışkan kadının değirmeninde öğütülüyor. Buradan çıkan un ekmekçi kadına gidiyor. Her perşembe kurdukları pazar için 100 adet ekmeği bu kadın kendi fırınında pişiriyor. Peynirci kadın keçi ve koyunlarını devletin ona gösterdiği mera alanında, tamamen doğal ve olması gerektiği gibi besliyor. Sütünü tek başına sağıyor, peynirini basit bir kazan ve tahta dinlendirme tezgahları ile donatılmış alanda yapıyor. Doğal peynirlerin çoğu haliyle küflü. Daha doğrusu küfsüz peynir yok.

tamadi-ve-ev-endustrisi-iii

Tam bu noktada: Evdüstriyel ürünlerden korkan da yok. Peynirin mayalanma sıcaklığı 38 derece. Maksimum 52 derece. Pastörize falan değil. Sütlerin geldiği sürü de tamamen doğal, karışık cinslerden, gerçekten otlanarak gezinen hayvancıklar.

Bizim gördüğümüz şey mükemmel bir arzdı. Dahası, tüketiciden gelen müthiş doğru talepti. “Ancak rüyalarda” diyeceğiniz bir dinamik… Parmak ısırtan bir şey bunları duymak, dinlemek… “Bizim memleket için hayal mi?” diye sorarsanız da cevap vereyim: “Maalesef öyle gözüküyor.”

Örnekleyeyim; peynir yapmak isteyen bir hevesli olduğunuzu hayal edin. Köye yerleştiniz; artık bir köylüsünüz; koyun, keçi bakıyorsunuz. Süper. 🙂 Sağdınız sütü. Şimdi bunu satmak istiyorsunuz ya da ne bileyim peynir, yoğurt, tereyağı falan yapmak istiyorsunuz. Ne gerekiyor bizde? Ruhsat.

Ruhsat şu: İl tarım müdürlüklerine başvuruyorsunuz. İki tane A4 kağıt geliyor önünüze; şartname bu… Isıtma, kaynatma, soğutma, dinlenme üniteleri, süt dolum alanı, havalandırma bölgesi, antibakteriyel hava filtresi, tabandan tavana fayanslı oda, krom – nikel bir dünya tezgah, aynı oda içinde krom – nikel sağlam bir soğuk hava odası… Devamı da var; çalışanların soyunma kabinleri, düzenli kontrolleri, tam zamanlı gıda mühendisi istihdamı, sözleşmesi, iş güvenliği uzmanı, eğitim ve sertifikası, vergi levhası, giren her gram sütün hangi saatte girdiğinin ve hangi saatte işlendiğinin tablosu vesaire vesaire… Ufak ya da büyük, o kadar çok şart var ki küçük bir ölçekte kalıp iyi niyetle hayvancıklarımın sütünü, peynirini satarım, alan memnun, ben memnun, bir işim olsun diyorsanız asla aman yok. Yapamazsınız. Neden?

tamadi-ve-ev-endustrisi-iv

Ama üzülmeyin. Siz de oradakilerin yapamadığı başka şeyleri yapabilirsiniz. Çünkü bizim ülkemizde insan sağlığı esastır! Şöyle: Bizde istediğiniz GDO’lu mısır ile ineklerinizi besleyebilirsiniz. Serbest sütünüze kostik ve ilaç ekleyebilirsiniz. Öyle ki sütünüzde artık yoğurdu tutacak bakteri kalmayabilir. Fark etmez. Serbest…

Süt diye sattığınız o yağı, proteini, bütün besin öğeleri alınmış sıvıya istediğiniz boya ve aromayı ekleyebilirsiniz. Cıvıl cıvıl çizgi film karakterleri ve vıcık vıcık kaşarlanmış yüzlerin desteği ile bunu satabilirsiniz. O da serbest. 

Çin’den filan, artık o an nereden bulursanız en ucuz süt tozunu ithal edip bunu sütünüze karıştırabilirsiniz. Yağlı bir süt olsun diye bitki yağları ekleyebilirsiniz. Bunlar da serbest. Ne bileyim, sütünüzü antibiyotik cennetine çevirebilirsiniz. İçen çocuklar hasta olduklarında antibiyotiğe şerbetli bakteriler ile bir orta kulak iltihabını aylarca atlatamamışlar falan, ne gam? Belinizde silaha gerek yok öldürmek için. Destekçilerinizi kendiniz yaratabilirsiniz. Tanınmış yüzler, üç kuruşluk basın tetikçileri emrinizde… Üstüne üstlük sosyal medyanın manipülasyona inanılmaz açık alanı da önünüzde. Artık atış serbest…

Sizin endüstriyel süt en iyisi, sizin endüstriyel süt en temizi… En özenileni, en süper mayalananı, en faydalısı… Siz doğrudan anlatmasanız PR şirketiniz anlatacak, anlattıracaktır zaten.

Ortalık bir sabah uyanıp “Aaa, bizimki burgu peynire bayılıyor. Bir yiyor ki sormayın gitsin” diyen anneler ile doldu. Karşınıza çıkıyorlar mıdır, bilmem? Ama biraz araştırdığınızda durumu görürsünüz; gerçek olanın algısının çarpıtılıp yamultulduğunu, şirketlerin yönettiği bir dünyayı, gıda sektörünün tümüyle köyden, köylüden, üretenden alınmak istendiğini… Gıda endüstrisi şunu diyor: “Rakibimiz kalmasın.” 

Sınıfın en güzel kızını yok etmek için yüzüne kezzap atma duygusu ile benziyor endüstrinin tavrı. Endüstri yaşatırken “evdüstri” öldürüyor şeklinde pompalanan algı… “Yoksa siz hâlâ annenizin yağını mı kullanıyorsunuz?” ile başlayan, “Ay, köy şeysi pis olur, sinekli olur” ile devam eden, “Köy ürünlerinde insan sağlığı için ölümcül bilmem ne riski” haberleri ile doruğuna çıkan bir kampanya bu. “Anadolu’nun milyon tane hanesinde peynirini, yoğurdunu, tereyağını kendisini yapan ailelerde kaç kişi gıda zehirlenmesinden ölmüştür?” gibi bir haberi asla göremezsiniz mesela. En fazla saklama koşullarından iki öğk, böğk kusma vakası çıkar çünkü; o da işlerine gelmez.

Peki ortalığa gıda diye saçılan, büyütülen, liderleştirilen sektörün getirisi? Yılda milyon sayısına ulaştı kanser hastaları. Çökmüş bağışıklık sistemi, bin türlü hastalık, tanısız vakalar… Adeta erken kıyamet.

Ben etrafımda, alanımda gerçek üretim yapan herkesin arkasında olacağım kendimce. Elimden geldiği yere kadar, gittiği ve vardığı yere kadar… “Benim tuzum kuru” deyip kenara çekilmek de zalimlik gibi geliyor. Bizim imkanlarımız geniş olduğu için mandıramız sapasağlam, ayakta durabiliyor. Şartnamelerin sağladığı tüm pahalı ekipmanları satın alabildiğimiz için biz de üretim yapabiliyoruz. Ruhsatlamanın ekonomik ağırlığını taşıyabildiğimiz için sürdürebiliyoruz. Ancak küçük üretici için bu kalemlerin her biri acıdır. Kaldırılması imkansızdır. Bu yüzdendir atadan kalanı satıp asgari ücret ile endüstriye işçi olmaları…

Belçika’da devletin bırakın kösteklemeyi, desteklediği bu güzel kooperatif, bizler için maalesef ancak turistik bir gezi anlamına geliyor. Çünkü “yapabilmenin” fiziki şartları bizim ülkemizde, gerçek üreticiler için pratikte çoktan yok edildi. Sürer mi böyle? Gider mi? Ben umutluyum; gitmeyecek. Sağduyu, lezzet, gerçeklik ve aklıselim illa ki endüstriyi yenecek. Dünya, er ya da geç, adalet üzerine dönüyor… Doğru ve yanlış apaçık ortada iken “yanlış”tan taraf olmanın vebali birilerinde mutlaka kalıyor.

Sevgili politikacılarımız, bürokratlarımız, gazetecilerimiz, yazarlarımız, çizerlerimiz, bizim sağlığımızı düşünen(!) ünlü yüzlerimiz, benden size tavsiye, girmeyin bu vebalin altına.

Pınar Kaftancıoğlu

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/tamadi-ve-ev-endustrisi/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/tamadi-ve-ev-endustrisi/" data-text="Tamadi ve Ev Endüstrisi" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/tamadi-ve-ev-endustrisi/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This