“Hiçbir tür yüzyıl gibi bir sürede, zaman sınavını geçmiş anne-bebek ilişkisini, hiçbir sonuca yol açmadan değiştiremez. Kısa vadede azalan temas bebeklerin olması gerektiğinden daha az huzurlu, annelerin de daha sıkıntılı olmasına yol açıyor. Uzun vadeli sonuçları kolayca saptamak çok mümkün olmasa da, yalnızlık politikamız, yakınlık kurmada çektiğimiz zorluklar, vücutlarımızla sıkıntılı ilişkilerimiz büyük olasılıkla en başından itibaren anne bebek kopukluğunu ve yakın insani temasların azalmasını destekleyen kültürümüzle ilgilidir; en şefkatli ebeveyn-bebek ilişkilerinde bile yakın temas bebeğin bir gününün çoğu zaman çok küçük bir dilimine karşılık gelmektedir.”
Sharon Heller, Vital Touch
Neden bebeklerimizi taşımak önemli? Teknolojinin her zorluğa çözüm bulduğu, mühendislik sayesinde her şeyin olabildiğince kolay ve basit hale getirildiği modern ve hızlı dünyamızda bebeklerimizi taşımak gerçekten o kadar önemli olabilir mi? Batı kültürümüz yenilikleriyle, yer ve zaman kazandıran çözümleriyle, organizasyon becerisi ve üretkenliğiyle gurur duyuyor. Bebek ve çocuk ürünlerine adanmış başlı başına bir sanayi var: Amacı küçük yavrularımızı güvende tutmak, taşınmalarını kolaylaştırmak, öğrenmelerini hızlandırmak ve meşgul etmek. Medya ve içinde yaşadığımız kültür, ebeveynler olarak bebeklerin erkenden kendine yetecek hale gelmesini ve anne babadan hızlı bir şekilde ayrılmasını hedeflememiz gerektiğini düşünmeye sevk ediyor.
Bu bağlamda çocuklarımızı taşımak ve bebek giyme uygulaması son derece önemlidir. Aslında içinde yaşadığımız Batılı toplum ve kültürümüzdeki değişimlerin türümüz üzerindeki etkilerinden ötürü bunun bizler için şimdiye kadar hiç olmadığı kadar önem taşıdığını düşünüyorum. Her şey için bir çözüm, her hastalık için bir ilaç var; ama uzun vadede daha sağlıklı ya da mutlu olduğumuz söylenebilir mi? İnsanlar yönetilen ya da kontrol edilen makineler değiller, bebeklerimiz de değil; duygusal, dokunmaya ihtiyacı duyan, temas ve iletişim sayesinde gelişen varlıklarız. Aile doktoru olduğumdan bunalımda olan, çalışma hayatlarının ve sosyal çevrelerinin talepleri altında ezilen birçok yetişkinle karşılaşıyorum. Dinlenmek ve ilişki kurmak için kalan zaman çok yetersiz; oysa küçük bebekler hâlâ, tarihte hep olduğu gibi çok fazla sevgiye ve bireysel ilgiye ihtiyaç duyuyorlar. Bebekler taşınmak ister. Ellerini taşınmak için uzatır, kucağa alınmak için ağlarlar ve çoğu zaman hayatın şaşırtıcı yeniliği karşısında onları sakinleştiren tek şey budur. Bebeği taşımak ebeveynlere de huzur verir.
Kızım doğduğunda yaşadığım afallamayı anlatamam. Bunu, kucağa alınmak için tutunduğunda sanki ruhumun köklerine ellerini uzatıyormuş gibi tanımlayabilirim ancak. Bebeğinizi taşımak öylesine temel ve insani bir şey. Emma
Yeni doğmuş bebekler ebeveynlerinin dokunuşlarına çok güçlü yanıtlar verirler. Çalışmalar yenidoğanların genetik olarak anneleriyle yakınlık ve temas kurmayı sağlamak için belirli bir şekilde davranmaya programlandıklarını ortaya çıkarmaya başladılar. Anneden ayrılmak, ağlama ya da huysuzlanma gibi yeniden yakınlık kurma amaçlı karşı çıkma hareketini doğuruyor. Annelerin büyük bölümü ağlama sesine, bebeklerini sakinleştirmek için yoğun bir istek duyup onları kucaklarına alarak yanıt verirler. Bebekler basit bir dokunuştan daha fazlasını isterler; hareket etmek onlar için önemlidir. Son zamanlarda yapılan bir çalışma “altı aydan küçük olan bebeklerin oturan bir anneye göre yürüyen bir anne tarafından taşındıklarında istemli hareketlerini ve ağlamayı hemen durdurdukları ve kalp atış ritimlerinde hızlı bir düşüş olduğunu” göstermiştir. Hepimiz huzursuz bir bebeği sallamanın genellikle bebeği sakinleştirdiğini biliriz; bu tür hareketler içgüdüseldir ve birçoğumuz kendimizi gecenin bir vakti bebeğin yeniden uykuya dalmasına yardım etmek için ileri geri yürürken buluruz. Gebeliğin bitmesine bir ya da iki ay kala bebeğin içinde bulunduğu durumu hayal edin: Karanlık, sıcak, yumuşak ve esnek duvarlarla çevrili, ritmik hareketlerin hissedildiği, nabız atışının, düzenli nefes alış verişlerin, sakin ses tınılarının boğuk seslerinin duyulduğu bir ortam. Doğum açık alana, parlaklığa, sese, ani bir durgunluğa ve hızlı hareketlere doğru sarsıcı ve ezici bir fırlatılma hareketidir. Bebeklerin aynı sesleri ve hissi duyduğu ılık anne göğsüne yerleştirildiğinde, yavaş yavaş sallanıp hareket ettirildiğinde, yumuşak bir şekilde çevrelendiğini hissedecek şekilde sarıldığından rahatlayıp sakinleşmelerine şaşırmamak lazım. Elbette bebekler kucağa alınmayı, saatler boyunca anneye yakın taşınmayı severler, annenin göğsüne sokulduklarında kolayca uykuya dalarlar; orası en çok güvende ve emniyette hissettikleri yerdir. Ancak ağlayan bir çocuğu sakinleştirmek ise gürültüyü azaltmaktan ve evrimsel bir avantaja sahip olmak için avcılara karşı sosyal grubu korumaktan daha fazlasıdır. Bebekler hayatlarının ilk ayları başta olmak üzere ilgiye ve sevgiye ihtiyaç duyarlar. Özellikle de vücut ve beyinlerinin dış dünyaya uyum sağladığı “dördüncü trimesterde” daha fazla savunmasızdırlar. Bebek, ebeveynlerinin her gereksinimini fark etmesine, anlamasına ve ihtiyacına uygun yanıt vermesini gerektirir. O sadece bu ihtiyaçlarını çok basitçe dışa vurabilir. Çok küçük bebekler istediklerini elde etmek için gereken algılama ya da bilişsel becerilere sahip değildirler; sadece sahip oldukları araçlarla ihtiyaç duydukları ilgiyi talep edebilirler ve ihtiyaçları karşılanıncaya kadar da istemeye devam ederler.
Maslow’un ihtiyaç piramidi bu noktada faydalıdır. Fizyolojik ihtiyaçları karşılandıktan sonra (aç, susuz, soğuk, sıcak, sıkılmış, yorgun ya da ağrılı değildir) bebek hâlâ kendini güvende hissetmeye, sevildiğini ve değer gördüğünü hissetmeye ihtiyaç duyar. Daha önce değindiğimiz gibi, ağlayan bebek ebeveyninin vücuduna yakın tutulduğunda, sallandığında ve kulağına fısıldandığında sakinleşecek ve rahatlayacaktır; çünkü emniyette olma, sosyal ve değer görme ihtiyaçları karşılanmış olur. Yetiştirme yurtlarındaki çocukların üzerinde yoksunluğun etkisi konusunda yapılan çalışmalar, sevgi dolu temas eksikliğinin ve ihmalin çocuğun beyin gelişiminde yarattığı olumsuz etkiler ortaya çıkmaktadır; gelişim engellenmiştir ve yetişkinlikteki akıl sağlığı ciddi ölçüde zarar görebilir.
1990’lar Romanya’sında diktatör Çavuşesku’nun Yurttaş Ordusu kurma arzusu, onu doğum kontrol ve kürtajı engelleyerek nüfusu artırmaya yöneltti. Bu politika, yoksul ailelerin bakacak durumda olmadıkları çocukları göndermelerinden ötürü yetimhanelerdeki çocuk sayısında inanılmaz bir artışa neden oldu. Bu çocukların temel fiziksel ihtiyaçları karşılanıyordu ama sevilmiyorlardı. Yaşlarına göre küçüktüler ve yapılan taramalarda çocukların beyinleri diğer çocuklarınkinden daha farklı görünüyordu. İhmal edilen çocukların beyinleri, sevilen ve bakılan çocuklarınkine göre daha küçüktür ve prefrontal korteks (beynin sosyal bölümü) az gelişmiştir. Yaşamın ilk üç yılında çok fazla kortizola maruz kalmak (stres hormonu) çocukta kalıcı iz bırakır; nöral yolların yapılandığı, hayati önem taşıyan bu yıllarda kortizol nöral bağlantıların gelişimine hasar verebilir ve yaşamın ilk yıllarında aşırı kortizolun obezite ve kalp hastalıkları da dahil olmak üzere sağlık üzerinde uzun süreli olumsuz etkiler yarattığını gösteren bulgu sayısı artmaktadır. Çocuğun deneyimleri, düşünme mekanizmalarını, nöral yollarını değiştirebilir ve geleceği üzerinde ciddi etkilere yol açabilir. İyi haber ise çocuğun ortamı altı aylık olmadan önce değiştirildiği takdirde ilk dönemlerde yol açılan hasarın etkilerinin büyük bölümü tersine çevrilebilir.
Ne çocuklarımızı kucağımızda taşımazsak büyümelerinin duracağını ileri sürüyorum ne de fakir çocukların duygusal gelişimlerinin tamamlanmayacağını iddia ediyorum. Yukarıdaki örnekler uç vakalara aitler ve nöroloji bilimi, hâlâ yeni bir bilim. Elimizdeki bulgular az ve elde edilen verilerin dikkatli bir biçimde yorumlanması gerekiyor. Ancak sevgi ve yakın temasın çocuğun fizyolojik ve duygusal gelişiminde ciddi fark yarattığı açıktır, ama ne yazık ki elimizdeki tüm yenilik ve teknolojiye rağmen çocuklarımızı uzanma uzaklığında tutma, onları dokunuşumuzdan, zamanımızdan ve sevgimizden – yakın ve sık dokunuşlarla onların yanında ve onlarla etkileşim içinde olmamızı gerektiren sevgi – mahrum bırakma riskiyle karşı karşıyayız.
Yakın temasın ve kucakta taşımanın hangi bazı mekanizmalarla bebeklerin gelişip serpilmesine yardım ettiğine bakalım. Sevecen, güven dolu bir emniyet ilişkisini inşa etmek ve geliştirmek doğum anında başlar. Anne içgüdüsel olarak yeni doğmuş bebeğini arayacak ve tıpkı doğumdan sonra yavrusunu yalayan hayvanlar gibi onu kalbine yakın tutacaktır. Bu duygusal girdiyle aradaki bağ kurulmaya başlar.