Birkaç hafta önce gelinim  Melike bana bir fotoğraf gönderdi. İstanbul’da oturdukları sitenin içindeki süpermarketten bir fiyat etiketi… Pek değişik yöntemlerle pek değişik ağaçlardan üretilmiş olduğu uzun uzun anlatılan bir butik zeytinyağıydı. Fiyatı görünce ağzımdan bir “Maşallah” çıktıysa da “Aman bana ne…” deyip boş verdim. Butik zeytinyağı meselesine girmeyi hiç düşünmüyordum.

Fakat üç gün önce, bir müşterimden de, “daha butik” olduğunu düşündüğüm bir başka zeytinyağı markasının linki gelince, bir de 100 mililitrelik falan minicik minicik şişelerin üç rakamlı fiyatlara satıldığını görünce “Pes!” dedim artık. Marka, internet sitesi, şu, bu… Hiçbiri mühim değil. Bunlar bir taraf değil, hedef hiç değil… Bana pes dedirten, beni üzen şey tüketicinin resmen aptal yerine konulması. Soğuk Yağ, Sızma, Sıkma, Elle Toplama, Butik Sıkım Tesisi gibi onlarca kelime uçuşuyor havada.

Ebediyet Yağı…

Premium Selection Olive Oil…

Çiğ Yağ…

Fiyatımız Ultra Kazık Ama Şu Teoremi Dinlerseniz Kazık Gelmeyecek…

Aztek Uygarlığı’ndan Günümüze Taşınan Sıkım Yöntemleri…

Aklınızın ucundan geçmeyecek bin çeşit pazarlama incisi… Şimdi; bir yanı Egeli olan tüketiciler az çok anlıyor işi, yemiyor bunları, ne kadar hikâye anlatılırsa anlatılsın da benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş, orijinal memleketi Kars falan olan, yani zeytini anlamaz/bilmez topluluğun üyesi iseniz işiniz zor. Her kafadan bir ses çıkıyor. İnanmak istiyorsunuz ama neye inanacaksınız? 1997’den beri Ege’de yaşayan, sonradan Egeli önceden İstanbullu ben size bunları tercüme edeyim:

Sıklıkla kullanılan “Zeytinlerimizi ağaçtan elle topluyoruz tek tek” lafları… Doğrudur. Fakat sizin zeytinleri el ile topluyor olmanız diğerlerinin ayak ile topladıkları anlamına gelmiyor. Zeytin toplamanın belirli bir tekniği var. Eğer zeytin dalından kopmuyor ise elle; dalından düşmek üzere ise ya da düşecek gibi yağlanmış ise ince bir değnekle dal silkerek toplanır. Türkiye’de neredeyse hiç tercih edilmeyen iki farklı yöntem daha var: İtalya’nın belli bölgelerinde ağaca bir çeşit vibratör bağlanıyor ve titreşim ile zeytinler dökülüyor. Ne var ki ağacın köklerine zarar verdiği için orada bile çok tutulmuyor. Buna benzer “vibrasyonlu tırmık” gibi bir şey çıktı son olarak. O da pahalı, kullanması zor diye Türkiye’de tutmadı.

“Zeytinlerimiz toplandıktan en geç beş saat sonra sıkılıyor” söylemi var. Bu da doğrudur. Abes olan, herkesin yaptığı şeyleri sanki bir zeytinyağı mucizesi yaratıyormuşçasına anlatmak. Zeytin toplamaya giden her aile, ağaçtan düşen zeytinleri hemen o anda çuvala koyar. Bahçeye gidip gelmek için bir de araçları vardır illa ki. Çuvallar akşamüstü o araca yüklenir, kurma maliyeti ortalama bir bakkal açma maliyetine denk olduğu için her köyde en az bir tane bulunan zeytinyağı sıkım tesislerinden birine götürülür ve sıktırılır. Yani “biz zeytinimizi topladıktan sonra şu kadar süre içinde sıktırıyoruz” demenin hiçbir anlamı yok. Zeytinleri çuvallara doldurup üç gün bekleyen kimse yok zaten.

O halde bu yapılan…? İsim buldum ben: Törkiş Marketing!


1) Son derece normal bir şeyi son derece ilginç bir şeymiş gibi anlat.

2) Üretimde kullandığın alet edevatı Azteklere, Mayalara dayandır.

3) Ürününe mitolojiden isim bul. Ya da Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü’nden rastgele bir kavramı seç, kullan.

4) Fiyatı “olması gereken fiyat çarpı 50” denklemi ile tespit et.

5) Fiyatın normal olduğunu Profesör Zeynel Dinler’in İktisada Giriş kitabından yapacağın alıntılar ile açıkla.

Bu kadar.

Uygulayalım. Mesela ben bu yöntemleri uygulayarak kilosu 150 liradan buğday satmaya çalışayım.

Başlayalım:

Türkiye’nin butik üretim proseslerine sahip ilk buğdayı DEMETER, İda Dağı’nın zirvesinden süzülen rüzgârın hayat verdiği topraklarda yetişmektedir. Prosesin ilk aşamasını BUĞDAYIN KENDİSİNİ TOPRAĞA EKEREK başlatmaktayız. Kısacası DEMETER’in tohumu, buğdayın ta kendisidir. (İnanılmaz? Diğer çiftçiler mercimek dikerek buğday çıkarıyor halbuki… Çakıl taşı ekerek buğday alanlar olmalı hatta.) Buğdayı ekmek için toprağı önce TRAKTÖR İLE SÜRÜYORUZ. Bu zorlu sürecin ardından ekimi gerçekleştiriyoruz. (Traktör? Unbelievable! Bu iş için normalde askeri tank kullanılır zira.) Ekim saatlerini gezegenimizin kendi ekseni etrafında dönüşüne göre planlıyor ve gündoğumundan önce gerçekleştiriyoruz! (Çünkü bütün Anadolu çiftçileri güneşin başında boza pişireceği 12:00 – 13:00 arasını seçiyor, çünkü bütün Anadolu çiftçileri intihara meyilli!) Buğdayımız SU İLE SULANIR. Uzadıkça yeşil yeşil boy atar. Güneşin altında da, gecenin ay ışıltısında da yeşil görünmektedir. (Komşu tarladakiler pembe renkli. Aşağı köydekiler bordo çıkıyor.) Yeşil halinden sonraki dönemde, güneşi yedikçe sararır. Tarlanın üzerinde salınan sarı buğday başakları görüntüsü meydana gelir. Yakından baktığınızda sarı ila krem arası bir renge eriştiğini görebilirsiniz. (Yakından bakmak için gelirken bitişik tarladakilerin pembe renkli ve beyaz benekli olduğunu görmüştük, sizinkinin çok özel olduğunu anladık.) Tarladan BİÇERDÖVER ile biçmekte, hemen ardından PATOZ makinesine atılarak tanelenmektedir. (Normalde BULDOZER kullanılıyor çünkü.) Taneler çuvallara doldurularak ambarımızda kuru şekilde depolanmaktadır. (Nemli ambarda depolayıp ambarını mini bir buğday tarlası haline getirme arzusunda çünkü diğer çiftçiler.) Buğdayımızı (artık ona buğday demeyelim, hakaret olur) Leonardo da Vinci’nin çizdiği, Louvre’dan orijinal çizim örneklerini temin ederek organize sanayi bölgesinde yaptırdığımız alette işlemeye başlıyoruz. Güney Peru’daki Nazca Düzlükleri’nde çizimini görüp kendi çabamız ile yaptığımız ikinci bir alette işlemeye devam ediyoruz. Paketleme işini de Kutadgu Bilig’den sentezlediğimiz yöntemi kullanarak yapıyoruz.

Sonuç…? Kilosu 150 liraya buğday satabileceğimiz saf arıyoruz…

Demem o ki ne olur düşmeyin şu Törkiş Marketing tuzaklarına. Zeytinyağının üç tipi var: Sızma, Kontinü Sistem, Riviera… Riviera’yı evinize sokmayın. Sıcak sıkım yapılmış yağlardan da uzak durun. O kadar. Sızma yağ kıl çuvalların ya da taşın arasından sızan yağdır. Kontinü Sistem bir makinede sıkılan yağ… Bunların ötesi yok. Tadını beğendiğiniz, gerçekten soğuk sıkım olduğunu bildiğiniz ve hile karışmadığına emin olduğunuz; tercihen sızma yağı alın. O yağlara yazılmış Odysseus’lu, Persephone’li, Aztek’li, Maya’lı hikâyeleri değil…

Daha önemlisi tek karış zeytin bahçesine sahip olmayan; yaptığı tek şey Ege’nin orasından burasından zeytinyağı toplayıp “my selection” hikâyesi ile markalayan uyanık girişimcilerin yağlarını değil… Bir zeytinyağının üzerinde üç tane altın, iki tane bronz madalya gördüyseniz etkilenmeden önce Ege’de her sene yüzlercesi açılan ve her üreticiye bir şekilde madalya temin edilen yarışmalar olduğunun farkında olun.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/torkis-marketing/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/torkis-marketing/" data-text="Törkiş Marketing" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/torkis-marketing/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This