Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar
Pablo Neruda
Ö n c e . . . Çirkin ördek yavrusu. Bu benim masalımdı. Kendimi umutsuz bir çirkin ördek olarak yaşıyordum. “Çirkinlik” fikrini bana kim öğretmişti, nasıl öğrenmiştim hatırlamıyorum. Kıyaslanmak ve kendimi kıyaslamak çok zor ve inciticiydi. İnanın bana bu incinmişlik tüm hayatıma yayılacak kadar güçlenmiş ve derinleşmişti içimde. Kendi kabuğuma saklanmayı seçmiştim.
Sadece kendimin girebildiği karanlık camdan bir dünya yaratmıştım. Kırılgan, kırıldığında en çok beni acıtan dünyam. Kırıldığında kimsecikler içeri girip de beni daha çok acıtmasın diye, cam kırıklarını kapı girişine döşediğim dünyam.
O zamanlar, benim için güvenli bir korunak gibiydi sessizlik ve yalnızlık. Ve şimdi ne zaman suskun, gözleri içe içe bakan, kendi içinde sessizleşen bir çocuk görsem, kendi çocukluğumu hatırlarım.
Hatırladığımda, camdan korunağıma giderim.
Ne zaman oraya gitsem, elim ayağım kesilir, ağlayarak geri dönerim.
Dönerdim yani.
Bir zamanlar.
Herkeslere ve camdan dünyama, hem kırgın hem kızgın olduğum zamanlar. O sığınaktan başka bir dünya yaratamamışken, yaratacak bilinçten yoksunken. O zamanlar biraz uzun zamanlar oldu benim için kabul. Bir zamanlar, isyanla andığım o zamanlar. “Ben niye böyleyim, niye ben…” diyen sesimin, niye’lerin içinde kaybolduğum zamanlar.
O g ü n . . . Merdivenleri yavaş yavaş indim. Son basamak. Gidemedim. Sanki o basamağı geçip dışarı çıksam her şey bitecek, yeniden var olma umutlarım çökecek. Oturdum kaldım o en son basamağa. Yine çirkin ördek yavrusuydum işte. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gitmek, kalmak. Hayır, gidemezdim, böyle gidemezdim. İçime sinmiyordu. Gidemedim.
Merdivenlerde, yüzüm ellerimin arasında bekledim. Neyi bekliyordum, neyi bekliyordum ben? Yaşam gelip alsın beni, katsın canına, tutsun elimi… miydi beklediğim? Ne yapacağını bulamadan, bir şey yapmadan bekleyendim. Dermanı dışarıdan bekleyen. Oysa ki içten gelmeyen asla şifa veremezdi. Bilmiyordum. Yani henüz. Yani o zamanlar. Yüreğime batan dikenlerle merdivenin ıssız betonuna saplanıp kalmıştım. Bekledikçe hayal kırıklığına uğrayandım. Yo, yo, onlara benim de bir kuğu olduğumu hem de camdan bir dünyam olduğunu… Ah Tanrım nasıl da biliyordum kuğu olmadığımı ve hiçbir zaman olamayacağımı.
Ve henüz bilmiyordum, kuğu olmak zorunda da olmadığımı. Istırabın, kendinden başka bir şey olmaya çalışmak olduğunu da bilmiyordum. Sığınağım da beni koruyamıyordu artık. Ama yok, yok, ispatlamalıydım onlara. Onlara mı?
Nasıl da henüz bilmiyordum, tüm ispatların aslında hep kendime olduğunu.
D a h a s o n r a . . . Merdivenlerde bana sevgi ile bakan bir çift gözü hatırladıkça, sanki birileri kalbimi elleri arasında sıkıyordu. Henüz bilmiyordum o birilerinin, aslında kendim, sadece kendim olduğunu. Tanrım, ben niye böyleydim? O kızdan çok utanmıştım o zamanlar.
Ben niye böyleyim, niye, niye… sesimin içinde unutmaya çalıştım kendimi. Unutmalıyım o anı, yaşadıklarımı. Unuttum. Bir süre. Unutmak yokmuş meğer, çok sonra anladım, merdivenlerdeki kız hortladı anbean, rahatsız etti beni, dürtükledi. Tamamlanmamış bir hal vardı, benim bu hallerim çok can sıkıcıydı. O zamanlar yani, henüz tazeyken hatırlamalarım.
Ben niye böyleydim?
Unuttum.SAYFA-BOLUMU
B i r g ü n . . . Derin bir uykudan uyandım. Yağmur yağıyordu. Kendimi kimsesiz hissettim birden; keskin, anlık, her nasılsa bildik ve fakat nereden çıktığını anlayamadığım bir kimsesizlik. Cama düşmeye başlayan yağmur damlaları gibi, evet onlar gibi kimsesiz.
Ben hep mi böyleyim, öyleysem de niye böyleyim? İçime kök salmış bu gizli kimsesizliği ne zaman büyüttüm ben? Hangi arada böyle serpildi de gizlice, en savunmasız ve allak bullak olduğum bir anda karşıma dikiliverdi. Çirkin ördek yavrusu merdivenlerdeki kızla el ele karşıma dikilivermişti yine. Yine o soru yankılandı sesini daha da artırarak. Aslında, hiç kimseye, hiçbir şey sormayan o soru. Belki gerçekten sorsaydım cevabını alabileceğim o soru.
“Ben niye böyleyim?”
Niyeydi bu soru? Camdan dünyamın kırıklarıyla kalbimi daha da acıtmak için mi? Hem nasıldım ki “böyleyim” derken? Aslında henüz onu bile bilmiyordum.
Yani henüz, yani o an.
S o n r a . . . Yaşam akıp giden nehirdi içimden. Ben kâh balık oldum, kâh taş parçası. Ve bir an, sadece bir an nehrin kendisi… bir an… içim dışım bir oldu o an. O an, tüm kalbiyle kendi olmaya, sevgi olmaya yürek atan o kızı hatırladım. O merdivenlerdeki hislerini, karmaşasını, güvensizliklerini, açlığını… biliverdim, anlayışla doluverdim. Gözyaşları. Olana açıkça, yargısızca bakabilme ve kabulün gözyaşları.
Sevdim o kızı, merdivenlerde oturup kalan, bekleyen, titreyen, güvensiz, korkan… yaptıklarından utandığım o kızı sevdim. Ve biliyor musunuz o an, sevmem için onu, hiçbir şey gerekmedi. Ne kuğu olması, ne de güzel olması, ne zeki olması ne de, ne bileyim işte herhangi bir şey olması. Birilerini, bir şeyleri de beklemem gerekmedi, seviverdim işte. Beni bu ana getiren tüm hallerini, tüm yaşadıklarını sevdim. Kendimi sevdim. Bu sevme haliyle, önceden bir türlü terk edemediğim merdivenleri heyecanla, sevgiyle ve olduğum halimden memnun, hoplaya zıplaya çıkmaya başladım.
Sevgiyle bakan o bir çift göz hâlâ beni kucaklar merdivenlerde, biliyor musunuz?
Y o g a y a p a r k e n . . . Hepimiz aynı yogayı, kendi özgünlüğümüzle yapıyoruz. Matın üzerine gelip de grup dersi yapmaya başladığımızda bunu net bir şekilde duyumsuyorum. Herkesin bedeni, asanaları yapışı hem benzer hem de çok kendine özgü, farklı. Yargılar, retler, kendini kabulden uzak utançlar, dış dünya odaklılıklar, kıyaslar… hepsi önce su yüzüne çıkıp, bir biçimde her yerden kuşatıp belki bizi, ardından mat üzerinde eriyip gidiyor.
Nefesle bedene, içe doluyor an.
Farklılıklar, özgünlük olarak algılanmaya başlanıyor. Hatta farklılık düşüncesinin bile uçup gittiği bir an oluyor. Mat üzerine çıkınca, giydiklerimizi, bize giydirilenleri, unvanları, üzerimize yapıştırılan yaftaları çıkarınca eşitleniyoruz. Aslında eşitlenme diye bir kavram bile gelmiyor algımıza. Kendimize dönüyoruz.
O an, güzel çirkin, kuğu ördek, iyi kötü kayboluyor. Belki yıllardır bakamadığımız kalçamıza, elimize, ayağımıza, karanlığa, içimize bakmaya başlıyoruz; uyanıyoruz. Işık yanıyor. Gözümüz, gönlümüz nurlanıyor. Gölgeler, hayaletler kayboluyor. Belki bir an, belki sadece o an. Yaşamın her anına yayılmaya başlayacak olan o an.
Ş i m d i . . . Ne bir çirkin ördeğim ne de bir kuğu. Ne kuğu olmak iyi, ne de o ördek yavrusu olmak ayıp, kötü. Ben hem merdivendeki o kızım, hem de şimdi o merdivenleri şükranla, sevinçle çıkan bu kızım. Kendine yaklaştıkça herkese de yaklaşırmış insan. Ben de yakınlaşmayı tecrübe ediyorum. Her halimle neysem oyum ve olduğum neyse onu seviyorum. Sen neysen, olduğun her halinle seni seviyorum.
Namaste.