Sabah on bire  kadar uyuyorum. Kızımı on ikide okula gönderiyorum ve saat beşe kadar  alışveriş merkezlerinde, arkadaş toplantılarında geziyorum, demişti otobüste yanında oturan bayana.

Sen de o bildiğimiz uyur-gezerlerdenmişsin, diye karşılık vermişti bayan tatlı tatlı gülümseyerek ona. 

O günden beri oflayıp puflayarak geçirmeye başlamıştı günlerini. Oysa ki çevresindeki bir çok kişiden daha şanslı ve daha rahat hissetmişti kendini bugüne kadar.

Nasıl da yarım saatlik bir yolculuk sırasında kafasını bu kadar karıştırabilmişti yanına oturan bayan. İlk defa böyle farklı ve ters bir tepki almıştı hayatına dair.

Hep yaptığı gibi yapmış, övünerek ne kadar rahat yaşadığını anlatmış ve buna abartılı bir onay beklemişti. Şaşırıp kalmış ve bunu söylemesinin sebebini bile soramamıştı.

Ağlamamak için kendini zor tutmuş, ne kadar rahat yaşadığını, istediği kadar para harcayabildiğini, bir giydiğini bir daha giymediğini anlatamamıştı. Hevesi kursağında kalmıştı. Bu şoku atlatıp neler söyleyeceğine karar verinceye kadar da inmişti otobüsten yanında ki bayan.

O kadar da aydınlık yüzlü ve sevimliydi ki nasıl böyle kırıcı bir söz etmişti anlayamamıştı. Artık ne kadar rahat yaşadığını düşündüğünde kafasının içinde uyur-gezer sözcüğü yankılanmaya ve canı sıkılmaya başlıyordu. Hemen o bayanın kendisini kıskandığına karar verip rahatlıyordu. Başka türlüsü de olamazdı canım, deyip gülümsüyordu. Ne yapabilirim ki başka, kocam çok kazanıyor, paraya ihtiyacım yok ki çalışayım. Çocuğum da okula geç gidiyor. Neden erkenden kalkacakmışım ki, diye düşünüyordu.

Sabah erkenden kalkıp koca günü asla evde yalnız geçiremezdi. Ya birileri gelmeli, ya o gitmeli ya da hep beraber alışveriş merkezleri gezilmeliydi ki insan yaşadığını anlasın. Evde zaman geçirecekse bile internette arkadaşlarıyla ya dedikodu yapar ya da okey oynardı saatlerce.

O bilgi için üretilen bilgisayarların, bilgi okyanusunu gözümüzün içine kadar sokan internetin nasıl da amaçsız keyiflere hizmet eder olduğunun, ne o ne de onun gibi arkadaşları farkında bile değildi.

Ya anneler çocuklarını küçücük yaşlarda bilgisayar oyunlarının karşısına oturtuyorlardı kendi rahatlıkları için, ya da çocuklar evde yoksa anneler dedikodu ve oyun aracı olarak kullanıyorlardı bilgisayarı.

Kadınlarımızın bir çoğunun hayalidir bu şekilde yaşamak. Hele bir de işin içine rekabet girdi mi o anların tadına doyum olmaz. Herkesten pahalısını almak, herkesten zayıf ve güzel olmak, herkesten her konuda üstün olmak kadınlarımızın çoğunun yaşam amacı haline geldi. 

Bu anlamsız ve kıyasıya rekabetlerin, geçici mutlulukların, onları nereye sürüklediğini göremeyecek kadar da gözleri kapalı gerçeklere.

Bu uyur-gezerliklerin varacağı son nokta apaçık ortada aslında.Ya para tükenir, kredi kartı mağduru olur kocalar, ya da para çoktur, doyumsuzluğun beslediği depresyon canavarı hortlar, o şık ve cüzdanları para dolu, ışıltılı kadınların karamsar dünyalarında.

Oysa ki cebimizdeki paranın çokluğu bize değer katamaz, katmamalı.

Biz parayla öyle anlamlı ve yararlı şeyler yapmalıyız ki, biz yaptıklarımızla paraya değer katmalıyız.

Evimizin, arabamızın, eşyalarımızın lüks, pahalı ve kaliteli olması, bizim insanlık kalitemizi yükseltemez, yükseltmemeli.

Biz kendimizi düşündüğümüz kadar – hatta kendimizi düşündüğümüzün yarısı kadar – başkalarını da düşünürsek, gelişmek ve paylaşmak için bu dünyada olduğumuzun farkında olursak , ancak bu bizim insanlık kalitemizi ve realitemizi yükseltir. 

Uyur-gezerliği bir yana bırakıp var oluştan gelen kapasitemizi keşfetmenin zamanıdır artık.

Hayatın bu kadar boş ve amaçsız yaşanmayacağını anlamanın ve bu dünyanın bu kadar rehavet içinde yaşamak için yaratılmadığını algılamanın zamanıdır.

Elbette ki iyi yaşayalım, bu bizim yaradılış hakkımız ama maddeye esir olmadan. Maddeyle özdeşleşip insanlığımızdan uzaklaşmadan.

Share This