Hiçbir şey boşuna değil, boş değil.
Beşiktaş’ta deniz kenarına yayılmış bir kafede oturuyoruz. Arkadaşım Nazlı, Türkiye’ye gelen ve eğitimine kendisinin de katıldığı ünlü bir keman hocasından bahsediyor. Gelen hoca, alışılanın dışında, farklı biçimlerde keman çalma denemeleri yaptırmış. Mesela masaya sırtüstü uzanıp çalmak. Bir parçayı bu biçimde ter dökerek, yapamayarak, zorlanarak, kızararak, can çekişerek çalıp, ardından her zamanki formda oturarak ya da ayakta çalıyormuşsun. Masanın üzerinde sırtüstü bir türlü yapamama eylemi, sonradan aynı parçayı alışık olduğun pozisyonda çalarken, her zamankinden daha da rahat bir eyleme dönüşüyormuş. “Masada yatmış halde doğru dürüst parçayı çalamadım ve kan ter içinde kalktım. Ayakta aynı parçayı şakır şakır çalmaya başladım, her zamankinden de daha akıcıydı” derken gözleri parlıyordu Nazlı’nın.
Alışıldık konforun dışına çıkıp, her şeye rağmen ve o her şeyle beraber her ne yapıyorsan yapmak. Rağmen diyorum; önce bir direnç, bolca mazeret -öyle doğruymuş gibi gelir ki insana ve öyle ikna edicidir ki, çok kolay kanabilirsin mazeretlerin çağrısına- ve içsel bir savaş var yaptığınla aranda.
“Bu ne ya! Olmaz ki böyle yahu! Aman pek zor. Saçma. Dün gece çok içmişim. Zaten zamanım yok. Ay çok yorgunum, depresyondayım, üzgünüm… Bugün yapmasam ne olur…” falan falan.
Ardından gelen teslimiyet, başına geleni/yapmaya başladığını kabul edip, onunla akmak, uyumlanmak. Elinden geleni o şartta da yapmayı denemek. Her ne olursa olsun yaptığını icra etmeye gönüllü olmak.
Hım, durum bu, eh ne yapalım, elden gelen gönülden gelsin… tavrı. Bütün karışıklıklar, zorluklar, engeller içinde, onlarla, o anın doğurduğu eyleme devam etmek. Belki şahane, mükemmel bir sonuç değil. Hem mükemmel ne ola ki? Kim belirliyor Allah aşkına iyi mi kötü mü olduğunu bizdeki sürecin, sadece bir sonucu olarak ortaya çıkanın? Biz ne kadar bağlıyız o yargıçlara? O durum içinde eriyerek, o an vuku bulanla rahatlamaktan başka yapacak daha doyumlu neyimiz var ki yahu? Demesi kolay mı dediniz, duyamadım. Demesi de hiç kolay değil be dostlar. Yaşamak o anı yani, tamı tamına. Oluverdiğini fark etmek, emekle devam ederken, çabalarken ve emek ardından gelen çabasızlık hissiyle… Sonuca sevinmekten daha başka bir tat vermiyor mu ki insana? Süreçte yaşananların hediyeleri zaten gönle akarken, o son denen -ki o da ayrı mevzu, son oluyor bambaşka bir süreç aslında- anda görünür, duyulur bilinir oluveriyor.
Eee arkadaşım, bu ortaya çıkan her ne ise, sihirbazın şapkasından çıkan tavşan mı ki, birden vuku buluyor? Yoktu. Aaaa oluverdi! Olur mu hiç canım? O şapkadan çıkana kadar ardında bir hazırlık evresi, bir çalışma, uygulamayla her geçen gün pişme-ustalaşma süreci var. Şapkadan tavşan çıktı. Ey ahali, her sonucu başka bir sonuca bağlayan, “sonlar” kavramını alaşağı eden o engin uygulamaya ne oldu?
Şans işte. Talih kuşu kondu. Şans denen nedir ki? O güne kadar her ne üstünde çalışıyorsan düzenli, bu özverinin ceplerine doldurduğu renkli taşların, yolunu kaybetmemek için ihtiyaç duyduğun anda eline gelivermesi. Şimdi sihirbaz mı çıkardı şapkadan o taşları yahu? Sen yaşarken, her gün her gün, her şartta verdiğin emeğin bir ifadesi renkli taş parçacıkları. Oldu canım! Şans! Havadan geldi hooop konuverdi elceğizlerine. Bütün hücrelerinle bir kitap yazmak; yoga uygulamanda daha da kendi varoluşuna yakınlaşmak; hissetmek, derinleşmek, dansında ustalaşmak; işinde yeterliğinin artması; cam önündeki bitkilerinin yeşerip çiçeklenmesi; evin huzurlu, temiz, derli toplu olması; ince ipin üzerinde elinde şemsiye takla atarak diğer tarafa geçivermek; müzik aletinden pat diye akışkan, melodik, tam da o notayı basarak tam da o parçayı doğru ritimle çalmak; sergilerde gördüğümüz bakakaldığımız tablonun ortaya çıkması; gün içinde kendiliğinden nefesinin hareketini gözlemlediğini, konuşurken ağzından çıkanı duymaya başladığını -tamam canım sürekli demedim, ara ara yahu- fark etmek… Nasıl oluyor ki tüm bunlar?
Patabi Jois cevap versin: “Practise, practise, practise.”
Uygula, uygula, uygula. Ardından gelen her ne ise, yaşam senden geleni her neye dönüştürüp sana sunduysa onunla rahat etmez misin, yapabildiğini her şartta yaptığını bilirsen? Altın madalya, kristal heykel, alkışlar, çok para, başarı, (o da ne demekse, ne zaman başarmış oluyorsak, bazı bilindik otoritelerce? Neyse hiç girmeyeyim) övgü, ödül… (yani olsalar hiç fena olmaz elbet). Aman sen de arkadaşım, içinden haber ver bana. Nasıl hissediyorsun, hissettin, her gün yapmakta olduğunu her koşulda kendince uyguladığında. Bıkıp, usanıp, engellerden yılıp belki de bıraktın, belki de senin olayın, dünyalık uygulaman bambaşkaymış meğer.
Aaaa bir de bakmışsın oluvermişsin alakasız sandığın bir alanda alakasız sandığın bir tip. Kim bilir. Bu sonucu bildiren de “uygula, uygula, uygula” değil mi be güzel insan, sorarım sana?
Bir gün ilham gelip koynuna girdiğinde, kulağına fısıldamaya başladığında o şifreleri; tatlı tatlı tenini okşayıp, gözlerine arzuyla baktığında; eline verdiğinde işleyeceğin olguyu, elin ayağın tutuşup öylece kalakalırsan, gerisini var sen düşün. Öyle saatlerce beklemez seni ilham tanrısı-tanrıçası. Pek bir nazlı, pek bir mağrur, hatta bazen kibirlidir de azıcık. Eyleme geçtin geçtin, yoksa hiç çekmez kendi nazlı da olsa senin nazını, çeviriverir yüzünü bilesin. Düzenli uygulaman, artık her ne ise… Canım sana illa sanat eseri ortaya çıkar demiyorum ya. Hoş, vız gelir tırıs gider dışarının retleri, inkârları, yok saymaya çalışması, karalaması. İçten çıkan ne ise o senin sanat eserin değil midir? O da ayrı mevzu, şimdi girmeyeyim. O ilham gelip senin düğmelerini tek tek açmaya başladığında, çarpan kalbinle, terleyen avuç içleri ve hızlanan nefesinle, belli mi olur belki birden boşalan dizlerin, dolanan dilinle ortalık yere yığılıp kalmaman için güç verecek sana. Tüm o marifetli, davetkâr, arzulu ellerden, dilden, sıvılardan akanla sevişme, akma hazzını besleyecek uygulaman. Kalem yazacak, fırça çizecek, beden dans edecek, o iş halloluverecek, işlerin rast gidiverecek, oluverecek…
O an geldiğinde, kapını çaldığında ilham, hazır olmanı, kapının belki de o çok hafif çalınma sesini duymanı, kilitleri ağır kapıyı açmanı, gelene güvenip içeriye buyur etmeni destekleyecek, uygulamak, uygulamak, uygulamak…
Seni yürekte tutan tutkun/uygulaman her ne ise onunla temasta kalmaktır evde olmak. O geldiğinde evine/yüreğine tüm hediyeleriyle, ya evde yoksan… Yürekte olmak/kalmak/düzenli uygulamak iyidir be güzel kardeşim, gel sen beni dinle.
Düşünsene; gelmiş ilhamların şahı. Hay Allah elin ayağın kalkmıyor, dilin lal olmuş, gözlerin açılamıyor, kalbin perdeli, alet yok edevat yok. Eee tamam, onu da verdi ilham diyelim sana, nasıl kullanacağını bilmiyorsun. Yaaaa bak güzel kardeşim, arkasına bile bakmadan gidiverir ilhamların sultanı, seni özensiz dımdızlak karşısında görüverirse. Tecrübeyle sabit. Benden söylemesi.
Hazır olayım derken, ilhamın geleceği ana kilitlenip beklemek değil kastım, dostlar. Üzülürüm böyle anlarsanız, kalbim incinir. Karda, kışta, sıcakta, zihin türlü ve zekice oyunlarla seni bekliyor olabilir; her an burnunun ucunda bitiverebilir. Seni vazgeçirmeye çalıştığında; aman bugün pek yorgunum bugün yapmayım yarın yaparım’lar; ay aman her yerim ağrıyor’lar; e zaten içimden de gelmiyor’lar; yatak da pek bir cazip’ler; dur bir sigara daha içeyim’ler zihnine üşüştüğünde aman uyanık ol dostum. Kapı önünde, sıcacık teni, alev alev bakışları, arzuyla ıslanan dudakları ve şefkatli-uysal-hırçın-neşeli-bereketli-yaratıcı-hayat dolu elleri, coşkulu kalbiyle, senin ona hazır olmanı bekleyen anı hatırla. Zihninin oyunbazlığına, bu hatırlama oyunuyla karşılık ver. Sonra ne istersen onu yap canım benim.
Tüm bu yazdıklarım size değil, biliyorsunuz değil mi?
Kendime.
Üzerinize alınmayın.
Ya da alının. Ne de olsa seçim sizin.