“Aşkın gözü kördür” deyişini mutlaka duydunuz. Pekâlâ, işin aslı, aşk sağır ve aptal da olabilir. Kimse aşktan kaynaklanan körlüğü kabul etmek istemez; fakat ilişkinizi varlığından haberdar dahi olmadığınız kör noktalarla dolduran bir dizi mit ve kurgunun peşinden sürükleniyor olmanız kuvvetle muhtemeldir. Merak etmeyin, yalnız değilsiniz. Herkesin kör noktaları var. Bu yanılgılar pek çok biçimde zuhur eder: Sormadığınız kilit sorular, kaçırdığınız sinyaller, görmediğiniz işaretler, fazlasıyla değer verdiğiniz özellikler, yanlış yorumladığınız belirtiler. Bu kör noktalar çoğu zaman ilişkinizin gizli kalmış değerlerini gözden kaçırmanıza ya da ilişkinizi tehlikeye sokan dinamikler yaratmanıza yol açar. 

Neredeyse herkesin değişen ölçülerde romantik deneyimleri olmuştur. Bu, dostlarınız, aileniz ve hatta iş arkadaşlarınızla aranızdaki ortak özelliktir. Bu tip doğrudan deneyimler insanları ilişkilerin sezgisel ilerlemesi gerektiğine ve temel düzeyde aklıselime dayandığına inandıran bir tür aşinalık üretir; fakat bunlar doğru değildir. Şunu kabul etmemiz gerekir: İlişkiler gerçekten aklıselime dayansaydı mükemmel partneri bulmak kolay; mutlu ilişkiler de norm olurdu. Gerçekte ise ilişkilerin bize verdiği his, onların neredeyse her zaman karmaşık ve deşifre etmesi zor olduğudur. Deneyim, uzmanlık anlamına gelmez. 

Şimdi… Söylemek üzere olduğum şey hoşunuza gitmeyebilir: İyi niyetinize rağmen ve farkında olmaksızın muhtemelen ilişkilerinizin en büyük düşmanı sizsiniz. İşte bu tam bir ters köşe oldu. Önerim: Bunu kabullenin. İlk adım da ortada bir sorun olduğunu kabul etmektir. 

Kendi ilişkinizin aleyhine hareket etmekte olabileceğinize inanmıyor musunuz? Şöyle düşünün: Sizin geleceğinize yönelik en iyi tahmini kim yapabilir? Tabii ki siz. Hayır, o kadar acele etmeyin. Araştırmacılar bir ilişkiyle ilgili en iyi değerlendirmeyi kimin yapabileceğine dair varsayımları test etmek için önce o ilişki düşünülünce akla ilk gelen bilgi kaynağına başvuruyorlar. Yüzden fazla lisans öğrencisi ile yapılan iki çalışmada araştırmacılar öğrencilere tahminlerine ne kadar güvendiklerini soruyor. Şaşırtıcı kısma gelirsek… Araştırmacılar bu tahminleri teyit için her bir öğrencinin oda arkadaşına ve ebeveynlerine de aynı soruları soruyor. Altı ay ve bir yıl sonra araştırmacılar tahminleri kontrol ediyor. Hayal edebileceğiniz gibi öğrenciler kendi tahminlerine çok güveniyor. Sonuçta kendi ilişkiniz hakkında kim sizden daha çok şey bilebilir? Oda arkadaşları ve ebeveynler tahminlerine daha az güveniyor ve bu da mantıklı, ne de olsa onların tahmini çok daha az bilgiye dayanıyor. 

Peki, ilişkinin geleceğine dair tahminlerde kim daha başarılı oluyor? İpucu vereyim: Öğrenciler değil. En iyi tahminler oda arkadaşlarına, sonra da ebeveynlere ait. Evet, doğru okudunuz, en kötü tahminler öğrencilerinki oluyor. Kendi ilişkileriyle ilgili en fazla bilgiye kendileri sahip olsa da öğrenciler en yanlış tahminleri yapıyor. Aslına bakarsanız onlar, ilişkilerinin ebeveynleri ve oda arkadaşlarının tahminlerinden iki ila üç kat daha uzun süreceğini düşünüyor. Sonuçların tamamı bir arada ele alındığında, insanların en az doğru tahminle çok yüksek özgüvenden oluşan trajik olabilecek bir kombinasyona sahip oldukları ortaya çıkıyor. Kendi ilişkinizi herkesten iyi bildiğiniz inancı, sizi başkalarının faydalı olabilecek düşüncelerine kapatacak bir mittir. 

Bu nasıl olabilir? Eh, sonuçta âşıksınız. Yani yanlısınız. Özellikle de ilişkilerin başında her şeyin ne kadar harika olduğuna odaklanıp fazlasıyla iyimser olmak işten değildir. Bu mükemmel ilişki sonsuza dek bizimle olacak! Ne var ki bu kalbinizle düşünmektir. Arkadaşlarınız ve aileniz akıllarıyla düşünürler. Duygularımıza gömülmüş vaziyetteyken muhakeme yeteneğimiz azalır ve bu, kararlarımızı etkiler. Görüşümüz net değildir. Hislerimiz bize engel olur. Etrafımızdaki insanlarınsa böyle bir sorunu yoktur. Onlar partnerimize âşık değildir. Onlar duygularına gömülmüş olmadıkları için ilişkinin mükemmel olmayan kısımlarını görüp onu daha doğru değerlendirirler. Aşk bizi biraz aptallaştırır. 

 

Kendimizle İlgili Bilgilerimiz Sınırlıdır 

İlişkimizi net bir şekilde görmemize başlıca engel, hayatımız hakkında gerçekte olduğundan fazlasını bildiğimizi düşünmemiz, öz farkındalığımızı gerçekte olduğundan yüksek sanmamızdır. Sorun şu ki bu sanı dayanaksızdır. Bir öz farkındalık araştırması kendimizi sandığımız kadar iyi tanımadığımızı göstermiştir. Zaten içimize dönüp bakmaya ne kadar az zaman ayırdığımız düşünülünce tüm bunlar sürpriz olmamalı. Sosyal medyada gördüklerimize karşın bizler sandığımız kadar kendimize dönük, kendimizle ilgili ve benmerkezci değiliz. Dışarıdan ilgi arayışımız sürerken kendimize odaklanmak için fazla zaman harcamayız. Kırk yıl kadar önce araştırmacılar insanların kendileri hakkında ne kadar düşünce ürettiğini ölçme niyetiyle yüzden fazla çalışan insana çağrı cihazı vererek (Not: Seksenlerden bahsediyoruz, o zamanlar çağrı cihazları havalıydı) bu insanların günlük hayatını incelemeye alıyorlar. Katılımcılar bir hafta boyunca rasgele vakitlerde, bir saniye önce ne yaptıklarını soran mesajlar alıyorlar. Araştırmacıların katılımcılara yolladığı 4700’ün üzerindeki mesajın sadece yüzde 8’inde katılımcılar kendileri hakkında düşünmekte olduklarını bildiriyorlar. Neden bu kadar az? İnsanlar bunu keyifli bulmadığı için… Hatta katılımcılar kendileri hakkında düşündüklerinde, yemek yemek gibi başka şeyler üzerinde düşündükleri zamana göre daha az olumlu hisler içinde olduklarını söylüyorlar. Bir seçim yapmak gerektiğinde insanlar biraz dondurmayı biraz öz farkındalığa tercih ediyor. 

Diğer taraftan bu çok uzun yıllar önceydi. Artık her şey çok farklı ve insan bunun iyi yönde bir fark olmasını umuyor. Gelgelelim fark maalesef kötü yönde seyretmiş görünüyor. Daha yakın zamanda yapılmış, yetişkin Amerikalıların boş zamanlarını nasıl geçirdiğini ölçen bir anket, 24 saatlik (ya da 1440 dakikalık) bir zaman diliminde insanların sadece 17 dakikalarını “gevşemeye ve düşünmeye” ayırdığını buluyor. Bu, insanın bir gününün sadece yüzde 1,18’i. Bir anlığına bunu düşünün. Bu oran inanılmaz derecede düşük görünüyor olabilir, ama en son ne zaman oturup dikkatinizi başka hiçbir şeye vermeden sadece kendiniz ya da ilişkiniz üzerinde düşündünüz? Dikkatinizi üzerine çekmeye çalışan bunca şey varken, sadece oturup düşünmek için zaman ayırmak insana imkânsız gibi geliyor. Öte yandan aslında işe gidip geldiğiniz, sabah kahvesi içtiğiniz, duş aldığınız anlar ya da uykuya dalmadan önceki zaman dilimi size kendi içinize dönüp biraz düşünmek için fırsat sunabilir; fakat muhtemelen siz bu sırada sosyal medya, ünlülerle ilgili dedikodular ya da siyaset haberleri gibi kendi kendinize dayattığınız dikkat dağıtıcılarla meşgul olursunuz. Bizler kendimize ait zamanı ekranlara bakmak için feda ederiz. 

Kendimize dair düşünmeyişimizi hayatımızın çok yoğun olmasına bağlayabiliriz ama bunun daha ötesi de var. Ya biri size boş zaman verseydi? Virginia ve Harvard üniversitelerinden araştırmacılar katılımcılarına şu altın fırsatı sunuyor: oturup sadece düşünmek. Araştırmacılar katılımcılara kendilerine elektroşok verme seçeneği de sunuyorlar. Tuhaf bir seçenek, değil mi? Özellikle de katılımcıların tamamı bu şokların acı verdiğini ve onlardan kaçınmak için üzerine para bile verebileceklerini beyan etmişken… Buna karşın, aynı katılımcıların huzur içinde ne istiyorlarsa onu -kendilerini, ilişkilerini ya da hayatı- düşünme şansları olmasına rağmen, on katılımcıdan sadece dördün biraz üzerinde (yüzde 42.9) kişi elektroşok seçeneğini göz ardı ediyor. Geri kalanlar kendine elektroşok vermeyi seçiyorlar. Onlar düşünceleriyle baş başa kalmaktansa elektroşokun acısını tercih ediyor. Kişinin içine dönmesi korkutucu olabilmektedir. Bu kadar çok kişinin kendi içine bakabilmek için, onları biraz zorlayan ve bu yolda yanlarında olan terapistlere, yaşam koçlarına yönelmesi boşuna değildir. 

Share This