Zamanın birinde “ya öyle ya böyle” ülkesi varmış. Burada doğanlar hep bu “ya öyle ya böyle” kuralları ile yaşarlar ve ölürlermiş. Nereye gidersen git önüne ya kurallar ya krallar çıkarmış.
Ve bir gün minicik bir yürek bu ülkede atmaya başlamış. “Ya-ya”ları dinledikçe, gördükçe ve yaşadıkça, tüm bu yaşadıklarından çıkardığı anlam “Ya ezersin ya da ezilirsin” olmuş.
Ve bir gün yüreğinin titreyerek aldığı kararla “Ezen olmayı seçiyorum,” demiş.
Demiş ama, ne yüreğinin ne de bedeninin buna elverişli olmadığını biliyormuş. “Ne yapmalıyım?” diye sormuş.
Etrafına şöyle bir baktığında kimlerin nasıl ezdiğini ve kimlerin neden ezildiğini hemen keşfetmiş. Ona gereken, sert ve kötü sözler, sert bakışlar, dik bir duruş ve korkutucu bir suratmış. Zaten böylelerinden o kadar çok varmış ki taklit etmek çok da zor olmamış.
Önce duyduğu sözleri ezberlemiş. Sıra suratını değiştirmeye gelmiş. Hemen filmlerdeki savaşçı “Cesur Yürek”i hatırlamış… Hayatın biraz tozundan, biraz çamurundan bol bol bol da bokundan sürmüş yüzüne. Artık istediği gibi bir yüzü de varmış. Yeterince ezebileceğine inandığında tüm gücüyle haykırmış.
“Artık güçlüyüüüüüüüüüüüm!…”
Öylesine yürekten haykırmış ki, iki eli de sımsıkı birer yumruk oluvermiş. Yumruğunun biri çok daha güçlü ve sertmiş. Tıpkı Cesur Yürek’in elindeki gürz gibi. Biri bu kadar sıkı ve güçlü iken diğer yumruğunun içi bir ateş gibi sıcakmış ve parmaklarının arasından hep bir ışık sızmaya çalışırmış.
Minik Yürek, bu yumruğunun içinde ne olduğunu bilmez, çok merak etmesine rağmen gücünü kaybetmekten korktuğu için bir türlü açamazmış. Çünkü, güçlü ve güvende olduğunda kendini mutlu hissedermiş ve ne pahasına olursa olsun gücünü kaybetmemek için hep bu bilmezlik ve merakla yaşamayı göze alırmış.
Minik Yürek bir savaşçıysa yaşam dediği şey de savaş olmalıymış. Bu inançla hep savaşmış, hep savaşmış.
Tüm gücüyle savurmuş gürzünü, hayata ve insanlara.
Savaşmaktan her günün sonunda yorgun düşermiş düşmesine de, “Ezilmekten iyidir yorulmak,” diye başlarmış yeni güne ve güç mücadelesine.
En sonunda savaşmaktan yorulmuş Minik Yürek. Hem de o kadar yorulmuş ki, bir gün elindeki gürzü tüm gücüyle savurduğunda dengesini kaybetmiş ve kendi kafasına güm diye vurmuş.
İşte ne olduysa o zaman olmuş… Bugüne kadar bildiği bütün ya-ya’lar Matrix şifreleri gibi zihninin ekranından akmaya başlamış. Ve hiç bilmediği bir dünyaya dalmış.
Biri erkek biri dişi bunu yapan iki diye başlamış hikayesi:
Bu iki kişinin biri hayatsa diğeri anlam, biri ışıksa biri aydınlık olmuş Minik Yürek için.
Hayat ona; “Ellerini yumruk yapanlar hiçbir zaman tokalaşamazlar,” demiş. Minik Yürek, “Ellerimi açmaktan korkuyorum,” deyince, hayat, “Korkuyla yaşamaktansa korkuyu yaşa,” demiş. Minik Yürek, “Dediklerinizi yapmak istiyorum ama…” derken hayat ona “Yaşam aksiyonu sever,” demiş ve Minik Yürek, cesur bir yürek olarak hayatının en büyük adımını atıp şunları demiş:
“Ben, yüreğimdeki ve beynimdeki tüm kapıları açtım.
Önce kendimi sonra bütün günah keçilerimi azat ettim.
Onları gütmekten kurtuldum.
Ve hep başkalarından beklediğim en büyük ödülü verdim kendime: egomu öldürdüm.
Ve kabuslarımdan kurtuldum, korkuyu istemekten vazgeçerek.
Ve şarkılarda, şiirlerde, aşklarımın dudaklarında aradığım iyiliği, güzelliği ve mutluluğu içimdeki çocuğun sesinde duydum;
ilgiyle ve saygıyla dinleyerek.
Ve gürzümü attım elimden.
Diğer yumruğumun içindeki sevgiyi ve gücü iki elimle tutabilmek için. Yaşama dört elle sarıldım.
Gökten üç elma düştü, afiyetle yedim.
Y ü z l e ş t i m, k u c a k l a ş t ı m, ö z g ü r l e ş t i m.”
…