Çocukluktan gelen bir alışkanlığım vardı. Bayılırdım herkes uyuduktan, el ayak çekildikten sonra kalkıp geceyi ve yalnızlığı yaşamaya. Her şeyin keyfi iki katına çıkardı sanki yalnızlığımda. Kitap okumak, gökyüzünü seyretmek, rüzgarın veya yağmurun sesini dinlemek, yaz gecelerinde kurbağaların ve ağustos böceklerinin haykırışlarında sebep aramak ve kendimi dinlemek. Nasıl haz verirdi bunlar bana anlatamam. Dünyayı avuçlarımın içine almış hissine kapılırdım. Yalnız kalıp kendimi ve geceyi dinlemezsem, yaşamazsam o günü yaşanmamış sayardım. Bu alışkanlığım kendimi bildim bileli sürdü. Hala da sürüyor ve sürecek de.

Anlam veremedi aynı evi paylaştığım insanlar buna. Anlam aramadım ben de bu alışkanlığımda. Sadece huzurlu, kuşlar gibi hafif ve özgür hissediyordum kendimi.

Çocukluğumdan beri üzerime kapatılmaya çalışılan demir kafesle olan mücadelem herkes uyuduğunda son buluyor ve onlar uyanana kadar özgürlüğümün tadını çıkarıyordum. Uzun zaman bunun bu olduğunun farkına varamamış olsam da. Şimdi yalnızım. Geç kalmışta olsam o demir kafesi acımasızca üzerime kapatmaya çalışan hiç kimse yok.

Bu demir kafesler zincirini geç te olsa kırmayı başardım.

Zincirin ilk halkasını -nur içinde yatsın- annem oluşturmuştu. Elalem ne der, zihniyeti yüzünden yapmadığını bırakmamıştı bana. Kitap okudum dayak yedim.  Ama yine okudum. Pantolon giydim dayak yedim. Ama yine giydim. Müzik dinledim, dans ettim, dayak yedim. Ama yine yaptım.

İyi ki yapmışım.

Keşke daha çok dayak yeseydim de yapmadığım daha bir çok şeyi yapsaydım. Zinciri oluşmadan kırabilseydim. Kırabilseydim de bilinçaltıma yerleşmeseydi baskıya dair hiç bir kodlama. Bilinçaltıma dolan bu korkuyla bana demirden kafesi giydirmeye çalışan insanları çekmeseydim kendi hayatıma. Her defasında kırılması daha da zor bir halka eklemeseydim zincire. 

Zincirin son ve en güçlü halkası da kırıldı.

Yalnız ve baskısız bir hayatı bilinçaltıma kendim kodladım ve yarattım en sonunda. Şimdi yalnızım. Kendimle başbaşayım. Korkulara, kaygılara, kine ve nefrete, endişeye, pişmanlıklara yer yok yalnızlığımda. Kıyamam yalnızlığımı bu düşük frekanslı duygulara kurban etmeye. Onu çok zor elde ettim ve büyük bedeller ödedim çünkü.

Yalnızlığımda ve sessizliğimde kendimi her gün yeniden keşfediyorum.

Her gün önce O ‘na şükrediyorum. Olması gereken tam da bu. Ruhumun istediği özgürlük bu işte, diyorum. Ve sen bunu başardın Hülya, deyip kendi elimi sıkıyorum.

Yalnızlık ruhun kendini özgürce göstermesidir. Yalnızlıktan korkanlara ve yalnızlığı sevmeyenlere hayret etmişimdir hep. Ama artık biliyorum ki onlar kendileriyle yüzleşmekten korkuyorlarmış. Yalnız kalıp hayatlarına dair sorgulamalar yapıp kendini kötü hissetmektense, kalabalıkta olup onları uyaran iç seslerini bastırmayı yeğlerler.

Yalnızlığın içinde O ‘ nun paha biçilmez armağanları saklıdır. Yalnız kalma korkusunu aşıp bunları alabilen çok azdır.

Yalnızlık ağlatır bazen. Bazen güldürür. Bazen dansettirir. Bazen delirtir.

Ruhun duygu dünyasında ki gezintisidir bu.

Size bir şeyler anlatmaya çalışıyordur ruhunuz. O’na bir soru sormuşsunuzdur ve cevabı vermek için dikkatinizi çekmeye çalışıyordur.

Ustalığınıza göre yaşadığınız patlamayı değerlendirip alırsınız içindeki armağanı… Ağlıyorken birden gülmeye başlarsınız. Dansederken beklediğiniz çözüm fikri bir ampul misali yanar kafanızın içinde. Durup işte bu dersiniz ve daha çılgınca devam edersiniz dansınıza. Bir deli bir akıllı olursunuz. Ama her şeyin bir çözümü olduğunu da çok iyi öğrenirsiniz.

Yalnız olmayı inanılmaz seviyorum. Yalnızlığımda benim içimden çıkan bütün benleri seviyorum. Kendimi seviyorum.

” Okumak öğrenmeye yol açar ama dehanın okulu yalnızlıktır.” demiş Alex Browning.

Kalabalıklar içinde de olsanız kendi yalnızlığınızı oluşturun. Ruhunuzun buna çok ihtiyacı var. O sizinle konuşmak istiyor. Durun ve dinleyin. Dahi olamayabilirsiniz belki ama huzur bulursunuz. Huzur, elde edilen en büyük başarı değil midir ki?

Share This