Yıl 1969 idi. 17 yaşındaydım. Plajda minicik bikinimle otururken, çevremde güneşlenen, yürüyen, sohbet eden 40’lı 50’li yaşlardaki kadınlara gözüm takılıyordu. Aklımdan şu düşüncelerin geçtiğini dün gibi hatırlıyorum. “Onlar da bir zamanlar benim gibi gençti. Ben de bir zaman sonra onların yaşında olacağım. Acaba gençliklerinin kıymetini gençken bildiler mi?” Merak duygum ve öğrenmeye olan açlığım o zaman da vardı, şimdi de var. Bu özelliğimi seviyorum. Bana hayatımı kazandırdı, inanılmaz deneyim zenginliği sundu.
Gözüme beş kişilik bir “yaşlı” kadın grubunu kestirerek yanlarına gittim. “Merhaba” diyerek oturmak için izin istedim. O zamanlar 30’lu yaştaki insanlar bile yaşlı geliyordu bana. Biraz hoşbeşten sonra aklımdan geçen soruyu sordum ortaya. Çok şaşırmışlardı gencecik bir kızdan gelen bu soruya. Suratlarında beliren ifadeleri de net hatırlıyorum. Şaşırmış ama konuşmaya istekliydiler. Üç saat kadar sürecek olan sohbetimizde gerçek düşünce ve duygularını paylaştılar daha önce hiç tanımadıkları bu genç kızla.
Kimse onlara bu soruyu sormamıştı daha önce. Hatta kendilerine de sormamışlardı.
Hayır, hiçbiri gençliğini yaşayamamıştı. Biri hariç hiçbiri sevdiğiyle evlenmemişti. Zaten sevdikleri birilerinin olmasına da fırsat bulamadan kısmetleri çıkınca evlenmişlerdi. Evlenme yaşları 17-21 arasında değişiyordu. O sevdiğiyle evlendiğini söyleyen kadın da 34 yaşında üç çocukla dul kalmış, bir daha evlenmemişti. İstedikleri okullara gidememişler, istedikleri meslekte çalışamamışlardı. Biri bankada çalışıyordu, diğer dördü ev kadınıydı. Sadece gençliğini değil, şimdiki yıllarını da ziyan ettiğini ama ne yapacağını bilemediğini söyledi biri. Diğerleri de onu onayladı. Hayatlarını yaşayamamış, başkalarının istekleri doğrultusunda bir varoluş yolunu kabullenmişlerdi. O yıllarda çoğu kadın hatta erkek, hayatını anne babanın, toplumun belirlediği kurallar içinde sürdürüyordu (şimdi ne kadar farklı, onu siz değerlendirin).
Annem sadece 35 yaşındaydı ben 17 iken. O ve arkadaşları da plajda tanıştığım bu kadınlardan farklı bir hayat sürmüyordu.
İşte o gün hayatımın kararını verdim. Gençliğimin değerini gençken bilecektim; hayatımın tüm anlarının da. Kendi hayatlarında mutsuz ve doyumsuz bir hayat süren “yetişkinlerin” nasıl yaşamam gerektiği ile ilgili görüşlerini kulak ardı etmeye karar vermiştim. Yaşantılarıyla kendime örnek alabileceğim insanların fikirleri önemliydi benim için. Yaşam karşıtı örflerin, âdetlerin, tabuların kıskacında kalmadan hayatımı özgürce yaşayacaktım. Kendi doğrularımın ne olduğunu kendim bulacaktım.
Yaptığım seçimlerin sorumluluğunu alarak yaşayacağıma söz verdim kendime. Bu söz, benim için hayatımın ikinci önemli dönüm noktası oldu. İlkinde 1966 yılında ve 14 yaşında idim; ilk naylon çorabımı almak için babamdan para istediğimde vermemişti. Ben de bir daha babama muhtaç olmamak için acilen yarı zamanlı bir iş bulmuştum. O gün baba ve koca parası yemeyeceğime ant içmiştim.
Bu ikinci sözüm hem ekonomik hem duygusal konuda kendi hayatımın sorumluluğunu almakla ilgili olmuştu. Bu sözü tutmak için de öncelikle ekonomik özgürlüğümü kazanmam gerektiğini kavramıştım. Plajdaki kadınların hiçbirinin ekonomik özgürlüğü yoktu. Belki de ilk kez, duygusal boyutta ne hissettikleri üzerinde düşünüyor ve 17’lik bir genç kızla paylaşıyorlardı.
Amerika’ya ailemin HİÇBİR desteği olmadan tamamen kendi yarattığım imkânlarla ve cebimde 200 dolarla gittim… Ve orada hiç kimseyi tanımıyordum. Yepyeni bir ülke, yepyeni bir dünya, yepyeni bir yaşam… Kimine cesurca gelebilir; benim içinse içtiğim su kadar doğaldı bu adım. Sonradan öğrendim ki cesur diye nitelediğimiz kişiler yaptıkları şeyin bir cesaret olduğunu düşünmüyor. Sadece yapmak istedikleri şeyi yapıyorlar. Sadece dışarıdan bakıldığında yapılanlar cesurca görülüyor. Ben cesurmuşum meğer. Yürek bir şeyi istediğinde, gerçekten istediğinde onu gerçekleştirecek kapılar açılır.
50. yaş günümü bir restoranda kutluyorduk. Pastam kesilirken yan masada oturan bir genç, “50 yaş mıııı? O kadar yaşlı olmak istemem” dedi yüksek sesle. Ben de gülerek ona şöyle dedim. “Bunu önlemenin bir yolu var: Genç yaşta ölmek.” Delikanlının yüzü allak bullak olmuştu.
Aradan on yıl daha geçti.
Bugün 1 Aralık 2011… ve tam 60 yaşındayım. O plajda sohbet ettiğim kadınlardan çok daha “yaşlı.”
Modern toplumlarda gençlik, gençlik diye kutsanan şey, topu topu 15 yıl insan hayatında. Televizyon programlarındaki tüm “genç” insanlar 35 yaşın altında. 20 yaş öncesinde ise henüz çocuk/ergensin. Bu 15 yıl öylesine hızlı akıp geçiyor ki ne olduğunu anlamıyorsun bile. Kim demişti hatırlamıyorum, “Gençlik gençlerde ziyan oluyor” diye. Ne doğru söz. Ama işte 17 yaşında yaptığım sohbetin üzerine kendime verdiğim o söz, gençliğimi ziyan etmek bir yana, değerini bilmeyi öğretti bana. Bunun için hayata şükran duyuyorum.
Geçen 60 yıla baktığımda neler mi hissediyorum? Yaşamaya değer bir hayatım oldu. Şunu gönül rahatlığıyla söylüyorum. Bugün ölsem gam yemem. Ölmeye hazır olduğum için yaşamın her anının, aldığım her nefesin değerini bilerek yaşıyorum. Ölmekten korkan, yaşamaktan da korkar.
Hayatı dolu dolu yaşadım. Acıyı tattım, açlığı tattım, zorlukları tattım, parasızlığı tattım; terk etmeyi tattım, terk edilmeyi tattım; hayatımın önemli anlarını ve anılarını paylaştığım insanları ölümle kaybetmeyi tattım. Keyfi tattım, tokluğu tattım; kolaylıkların keyfini çıkardım; zenginliği tattım; aşkı ve sevgiyi tattım; hayatımın anlarını paylaştığım insanların değerini bildim ve bilmeye devam ediyorum.
Param olmadığı için üç gün boyunca mideme su haricinde bir lokma girmediği anlarda bile şanslı biri olduğuma inanmaya devam ettim. Şimdi biliyorum ki dünyanın yedi milyarlık nüfusunun yarısı yetersiz besleniyor, yüzde 14’ü yatağa aç giriyor, yüzde 33’ü temiz içme suyuna ulaşamıyor. Benim üç gün aç kalmam ne komik bir dram. Evet, şanslıyım. Bu üç günlük açlık deneyimim beni çok zenginleştirdi. Şükran duyuyorum.
Beni tüketen insanları hayatımdan çıkardım; kim olursa olsun. Beni besleyen insanlarla yoluma devam ettim. Beslemeden beslenilemeyeceğini öğrendim.
Sömürdüm, sömürüldüm.
Haksızlık yaptım, haksızlığa uğradım.
Umursamaz davrandım, umursanmadım.
Sevdim, sevildim.
Cömert davrandım, cömert davranıldım.
Adil davrandım, adil davranıldım.
Yardım ettim, yardım aldım.
Sadece bu sonuçlar rastgele gibi göründüğü; aralarında zaman yastığı olduğu ve başka başka insanlar aracılığıyla yaşandığı için sebep-sonuç bağlantılarını görmem epey zaman aldı. Ektiğimi biçtiğimi görmem için çok deneyim ve bu deneyimlerin yarattığı farkındalıkları idrak etmem gerekiyordu.
Almaya odaklandığım durumlarda/ilişkilerde eninde sonunda kaybettiğimi,SAYFA-BOLUMU
Vermeye odaklandığım durumlarda/ilişkilerde kazandığımı fark etmek, yaşam okulunda aldığım en zorlayıcı dersti. Adalet duygumun gelişmesi için bu derslere ihtiyacım varmış.
Vermeyi bilmek kadar verilmeyi de bilmek ve kabul etmek, verilmeye kendini layık görmek için de kendini sevmeyi bilmek gerekiyormuş.
Sevilmek için önce sevmeyi öğrenmek daha da zorlayıcı bir dersti. Birçok kez ikmale kala kala sınavlarımı verdim.
Hakkını korumak için sınırlarını çizmeyi bilmek gerekiyormuş. Sınırları çizmek iki işe yarıyormuş. Bir; haddini bilmeye, iki; başkalarının sınırlarına ve özgürlüklerine tecavüz etmesine DUR demeye.
Çok hatalar yaptım. Hatalarımdan ders aldım. Ders almadığım hataları da birkaç kez tekrarladım… değişik senaryolarda, değişik kişilerle; ta ki dersimi alana kadar.
Hâlâ ders almaya devam ediyor muyum? Elbette! Hayat ve öğrenmek devam ediyor. Hayatı keyifli yapan da bu işte. Yeni hatalar yapmaya devam edeceğim; gelişmek ve kendimin daha, daha, daha iyi versiyonu olabilmek için.
Çok risk aldım. Aldığım risklerin bazıları istediğim sonucu verdi, bazıları vermedi. Bedellerini ödedim. Ödüllerini aldım.
Hayatın bana ne vereceğine değil, benim hayata ne verebileceğime odaklandım. Çünkü yirmili yaşlarda Kaliforniya’da altı yıl boyunca aldığım “Zihin Bilimi” eğitiminde çekim yasasının işleyişini öğrenmiştim. Sadece çekim yasasının değil evrensel yasaların işleyiş sistemini kavramak, bana hayatı nasıl yaşayabileceğimi öğrenmemde temel rehber oldu.
Herkesin hayatı bir roman. Değişik kulvarlarda. Benimki serüvenci bir roman oldu.
Orson Welles’in söylediği bir şarkının sözleri geldi aklıma şu anda.
Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum
Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu henüz bilmiyorsun
Bir gün, sen de aynı şeyleri söylüyor olacaksın.
Hayatımı yeni baştan yaşasaydım yine aynı koşullarda, yine aynı zaman diliminde dünyaya gelmek isterdim. Teldolaptan buzdolabına, daktilodan bilgisayara, radyodan üç boyutlu TV ekranına, acil arama için bir saat, normal arama için 48 saate kadar sıra beklediğin şehirlerarası telefonla haberleşmeden, anında MSN web kamera ile görüşmelere uzanan 60 yıl. Bilgi çağının ve teknoloji devriminin baş döndürücü hızla gelişimine tanıklık ettiğim için şükran duyuyorum. Bu gelişimin hızını birebir yaşadım.
Anne babamın yaşadığı kadar yaşarsam, insanlık ailesinin ruhsal gelişiminin de aynı baş döndürücü hızda olacağı bilinç çağına geçişinin de tanığı ve parçası olacağım.
Sağlıklıyım. Çok sevdiğim ve sevildiğim bir partnerim var. Yanlarında duygularımda, düşüncelerimde çıplak olabildiğim dostlarım var. Tek başına olmaktan keyif alıyorum. Bu anlar yaratıcı anlarım. Sevdiğim işi yapıyorum ve bundan hayatımı rahatlıkla geçirebileceğim ve birçok insana yararlı olabileceğim kadar kazanıyorum.
Hayata ve hayatıma şükran duyuyorum. Emeklilik kavramı bana uygun değil. Sağlıklı olduğum sürece yaratmaya, üretmeye, vermeye devam edeceğim. Bütüne katkı!
Şunu kavradım bu “taze” yaşımda. Ruhumuzun amacını, gerçekten kim ve ne olduğumuzu yansıttığımız ölçüde, yaşlansak da genç hissediyoruz; hem ruhen hem bedenen. Ruhumuzun dünyaya geliş amacından saptığımız, kendi hayatımızı yaşamak yerine başkalarının bize biçtiği hayatı sürdürdüğümüz ölçüde ihtiyarlıyoruz; hem ruhen hem bedenen.
Ruhumuzun şarkısını duyduğumuz ölçüde hayatımızda neşe oluyor.
Bugün takvim yaşım 60. Pşşşşşşşş. Workshoplara katılan arkadaşlara yıllardır 18,5 olduğumu söylüyorum. Sakın onlara söylemeyin. Yuppiiiiiii!
Sevgiyle ve hiç tükenmeyecek merak duygusuyla hoşça olun.
Nil Gün