Önümüzdeki ayın birinci günü başlayacaktım seanslarıma ve o günün gelmesine ortalama on gün falan kalmıştı. Kuştüyü ile dolu leopar desenli yastıkları olan koltuklarım eşimden bana geleli çok olmamıştı henüz.

Misafir sayılırdı yastıklar, ayıp edecektim onlara ama çok uygundular bu seanslar için. Bu on gün içinde yedi adet yastığın kimler olacağını ve hangisinden başlayacağımı belirlemiştim.

Her sabah kalkıp salona geçtiğimde yedi yastığın yerinde yedi kişiyi görmeye başlamıştım. Baktıkça derinlerdeki kızgınlığım yukarı doğru çıkıyordu.

Yıllardır bütün ağırlıklarıyla içimde oturdukları yetmiyormuş gibi, dışarı çıkıp tamda kendi başıma keyif yapacağım salonuma kurulmuşlardı.

İçimden çıkarıp yastıkların yerine oturtmayı başardığım gibi yastıkları yumruklaya yumruklaya salonumdan da atacaktım onları. Bunu çoktan hak etmişlerdi, bir tek gülümsemeyi bana çok  görmüşler, leopar gibi kükremişler ve bana yaşam hakkımı vermemişlerdi.

Önce yumruklaması en zor olandan, annemden başlayacaktım. Bana gülümsemeye fırsat bulamayacak kadar hayata bulanmış olan ve el alem denen kapana kısılıp beni de o kapana kıstırmaya çalışan, elalem ne der bilincini son noktaya kadar üzerimde uygulayan, anneciğimden. 

Aradaki bu on günlük sürede anneme bunu nasıl yapacağımı çok düşünmüştüm. Onun beni üzdüğü günlerdeki hali için olacaktı bu yumruklama ve onu değil yaptıklarını yumruklayacaktım.

Geriye kalan altı kişiyi ise yumruklamak büyük keyif verecekti. Asık suratları donmuş, bana hayır diyen dilleri susmuş, hayır derken dışarı fırlayan gözleri yuvalarına kaçmış halde, elleri kolları bağlı benim onlarla hesaplaşmamı bekliyorlardı.

Onlar için de üzülüyordum elbette, hepsinin kendine özel iyi yanlarını düşündüğümde onlara da kıyamıyordum. Ama onlar bana hiç acımamışlar ve kıyabilmişlerdi. Defalarca ve sudan sebepler yüzünden yüreğimi paramparça etmekten çekinmemişlerdi. Gülüp, eğlenip yaşamın tadını çıkarmak varken onlar olur olmaz şeylere mızmızlanıp nerdeyse bir ömrü heba etmişlerdi.

Yaşamı kendilerine zehir ettikleri yetmezmiş gibi benimde keyif alarak yaptığım her şeyi yakıp, yıkıp, yok etmeye çalışmışlardı. Ve kendilerinden asla taviz vermemişlerdi. Taviz veren tarafın hep ben olmasını istemişlerdi.

Kızgınlığım ve öfkem yaşadığım farkındalıklarla azalmış da olsa onlara bunu gösterememiş olmanın acısı derinden derinden içimi sızlatıyordu zaman zaman. Önemli olan, gerçeğe yakın derecede, iyi konsantre olup, bu kızgınlık ve öfkenin kalan tortularını da salıvermekti.

Bu yükten kurtulmaya kararlıydım. Anneme, ”Beni ve bütün olan biteni anladığını biliyorum. Seni anlamam için bana izin verdiğini biliyorum” dedim ve ilk yastıktan başladım yumruklama işine. ”Neden yaptın, bana nasıl kıydın, elalem için değer miydi,” diyerek başladığım ve konsantre olduğum yumruklamanın, kendime geldiğimde, ”iste ve konuş” diye ağlayarak kendimi yumruklamaya dönüşmüş olduğunun farkına vardım. Deli gibi yumrukluyor, ağlıyor ve sadece ”iste ve konuş” diyordum.

Yumrukladığım bendim ve yumruklamaya doyamıyordum kendimi. Yaşadığım büyük bir farkındalıktı. Hem de çok büyük. Daha ilk yastığı yumruklamada o büyük gerçek yumruk yumruk inmişti kafama, bilincime. Hepsine ben izin vermiştim. Bana yapılan kötülük her ne ise hepsine ben izin vermiştim. Kızıp öfkelenecek ve yumruklanacak hiç kimse kalmamıştı. Kendimden başka elbette.

Her sabah ve her akşam on dakika kendimi yumruklamaya devam ettim. Her yumruklamada kendiliğinden ortaya çıkıyordu yumruklamanın teması.

İlkinde ”iste ve konuş” tu. Daha sonra yaşa-yaşa-yaşa, sev-sev-sev oldu. ”Kendini yaşa, kendini sev, kendine izin ver,” oldu. Bu sözler ruhuma öyle iyi geliyordu ki, hiç kimseye kızgınlığım kalmamış olmasına rağmen, bütün yastıkları doyasıya yumrukladım.

Ve bu sözler ruhuma yumruk yumruk işlendi, kazındı. Yürüyüşe çıktığımda, penceremi açıp derin derin nefes aldığımda, oturup çay ya da kahve keyfi yaptığımda, kendimle bir ve bütün olduğumda ruhumdan kendiliğinden dökülmeye başlıyordu. Defalarca tekrarlamaktan büyük haz alıyordum. Yastıklarım artık bana bu sözleri anımsatıyordu. Leopar desenlerinin içindeki kuştüyünü görmeden hissettiğim gibi, leopar gibi bana kükremiş olanların içindeki, derinlerindeki kuştüyü yüreklerini de hissediyordum. Aklımla değil yüreğimle bakıyordum hepsine ve hissediyordum.

Görünmeyeni görüyordum. Affetmek aklın ve zihnin işi değildi, yürek işiydi. Zihin bozuk plak gibi aynı yerde takılıp kalıyordu. Yürek açıldığında ise sevgiden, şefkatten, hakikatten başka bir şey görmüyordu.

Annemin elalem ne der bilincini, bana yaptıklarından sonra kazandığı farkındalıklarla, çok değil, bir kaç yıl sonra kızkardeşimde kırdığını bile yıllarca görememiştim. Annemin altbenliğini yaşadığı günlerin acısını ben çekmiştim, üstbenliğini yaşadığı günlerin keyfini kızkardeşim sürmüştü. Ve ben yıllarca annemin beni kız kardeşimden daha az sevdiğini düşünmüştüm. Sadece bana yaptıklarına ve o günlere takılı kalıp, altbenliği yüklemeye devam etmiştim ona.

Onun ne kadar geliştiğini, kendini ne kadar aştığını, daha bir çok eski kalıbı yok ettiğini asla görememiştim. Anneme baktığımda ve onu düşündüğümde hep kendi içimde taşıdığımı görmüştüm. Anneciğim atı almış (altbenliğini aşmış) Üsküdar’a (üstbenliğine) çoktan yola çıkmıştı. Ben hala onu geçmişte, el alem ne der sözünü söyleyip, bana kükrerken, acımasızca baskı yaparken görüyordum.

Zihnim, tek bir karede takılıp kalmış ve engel olmuştu gerçeği görmeme. 

Ölümünün ardından, ben de onun ayak izlerini takip eder gibi, altbenliğimi yaşarken ilk kızımda yaptığım hataların farkındalıklarını ikinci kızımda yaşamaya başlamıştım. Arabanın ön tekeri oydu, arka tekeri ben, ön teker nereye gidiyorsa arka teker de oraya gidiyordu. Yolumu önce o açmıştı, onun izinden gittiğim halde hala görememiştim bunu. Ama gerçek öyle güçlü ki zihnim er geç  yenilmişti gerçeğe.

Zihinden kovulan gerçek, yürekten bir ışık gibi sızıyor. Bir yolunu buluyor, yumruklarını acımasızca indirip yüreği açıyor. 

Yüreğimle baktığımda, onun yolunun altbenlik kısmını, olması, geçilmesi gereken bölümünü beraber yaşamayı seçtiğimizi, el alem ne der bilincini beraber kırmayı seçtiğimizi görüyorum. Planımız ve yaptığımız işbirliği buydu. Canımı çok acıtarak el alem ne der sözünü yaşamımdan kazımak istememe neden olmuştu. Bana yaptıklarıyla kendi canını acıtarak bu bilinci kendi içinde kırmış ve yolumu açmıştı. Bana el alem ne der anlayışını gerçeğim ne der anlayışına dönüştürme işini bırakmıştı.

Annem ve onu bana kışkırtan el alem benim canımı bu kadar yakmasaydı bu iyiliği yapabilir miydim kendime? Benim gerçeğim ne der sözünü kendime kazandırabilir miydim? Aynı el alem, beni büyük kızıma karşı kışkırtmaya çalıştığında, o şimşek, o ışık içimde çakabilir miydi? Ve ben gerçeğimi gürleyip, el alemin karşısına gerçeğimi, el alem ne der sözünün karşısına ”benim gerçeğim ne der” i koyabilir miydim?

Annemin ve benim ayağıma acımasızca dolanan ve kızlarımın ayağına dolanacak olan bu zinciri annemin bana yaşattıkları olmadan, annemle işbirliği yapmadan kırabilir miydim?

Bu zinciri kırmadan gerçek özgürlüğü ve gerçek mutluluğu bulabilir miydim? Bugünkünden daha özgür ve daha mutlu olabilir miydim? Kesinlikle hayır….

Annem ve el alemin temsilcileri: Çok acımasızdınız. Gençliğimi heba ettiniz ama buna değdi. Gerektiğinde kızlarıma benim gerçeğim ne der, sizin gerçeğiniz ne der, diyebileceğim için çok mutluyum.

Yaptığımız işbirliğini kusursuz ve acımasızca uygulayıp, el alem denen taşları yolumdan çekmeme yardım ettiği için anneme çok minnettarım.

Yumruklanacak ikinci kişi ilk eşimdi. Ama onu vardığım bu noktadan sonra nasıl yumruklayabilirdim ki? ”Tanrı yok,” demeseydi, ”göster bana elimle dokunup gözümle görmeden inanmam, olmayan bir şeye inanıyorsun,” deyip kafamı karıştırmasaydı. Çocukluğumda kafamda şekillenen ak sakallı dede formundaki Tanrı ile yetinseydim. Tanrı’yı ve mucizelerini arama yolculuğundan mahrum kalsaydım daha mı mutlu olacaktım? Kesinlikle hayır…

Onunla yaptığım işbirliği sonucu her gün Tanrı’nın gözlerine bakıp, ellerine dokunabiliyorum ve mucizelerini ard arda yaşayabiliyorum. Hepsi BENim. Aradığım, beni aramaya yönelttiği herşey BENim. Yaptığımız işbirliğine uyup bütün acımasızlığıyla bu görevini, yolculuğumun bu kısmını kusursuz tamamlamama yardım ettiği için ona da minnettarım.

Yumruklanacak üçüncü kişi de ikinci eşimdi elbette. Ya o da bu kadar acımasız olmayıp her şeyden memnun olsaydı. Mükemmel yaptığım yemekleri, ev kadınlığımı ve işkadınlığımı, güzelliğimi, aklımı, bilgimi, ilgimi, sevgimi takdir edip beni pohpohlasaydı.

Ben o memnun kaldıkça bu kabuklarımı daha da kalınlaştırıp bir bir sıyrılmasaydım bunlardan. Takdir gördükçe kendimi sadece bunlardan ibaret zannetseydim daha mı mutlu olacaktım? Kesinlikle hayır…

O kadar acımasızdı ki… Beni hiçe sayıp, yaptıklarımı görmedi, söylediklerimi duymadı, sorduğum sorulara cevap vermedi ve hiçliği en dibine kadar yaşattı bana.

Yolculuğumun onunla paylaştığım bölümünde bana yaşattığı hiçliğin içinden hepliğim doğdu.

Hiç olmadan hep olabilir miydim? Kabuklarım bana bugünkü huzurumu verebilir miydi? Kesinlikle hayır…

Yaptığımız işbirliğine uyup, görevini kusursuz tamamladığı için ve yolculuğumun onunla olan bölümünde bana yol arkadaşlığı yaptığı için, kabuklarımı bıkmadan, usanmadan, acımasızca kırdığı için  ona da çok minnettarım.

Yedi yastığın kalan dördü de bu ekiptendi. Onlar da olmadan kesinlikle olmazdı. Onlara da  çok çok teşekkür ediyorum. Yüreğimle bakıyorum artık hepsine ve her olana.

Sevgiyi, şefkati, hakikati görüyorum.

Leoparların içindeki kuştüyünü hissediyorum. Yıllarca aklım sadece leoparları gördü ve yargıladı ama yüreğim görünenden öteye geçiyor ve kuştüyünü hissediyor. Hepsinin yüreklerindeki sevgiyi hissediyorum.

Karanlığın olduğu her yerde ışık da var. Karanlık ve ışık hep işbirliği içinde, hep iç içe.

Biz hangisini görmek istiyorsak onu görüyoruz. Ve hangisini görüyorsak oyuz.
 

Share This