Bir varmış bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kaf dağında hafif tombul, şeker mi şeker, kambur bir kız yaşarmış. Saçları uzun ve dalgalı, gözleri ise zeytin karasıymış. Her aynaya baktığında sırtındaki yükü hisseder, mutsuz olur, kendisine öfke duyarmış. Bu şeker kızın aslında altın gibi bir kalbi varmış, ne zaman etrafındaki insanlar onun güzelliklerinden, iyiliklerinden bahsetseler inanmaz, ne söylenirse söylensin hemen oradan kaçıverirmiş.
İçinde, ta derinlerden gelen acıları hisseder ama bir türlü anlam veremezmiş. Geceleri kâbus görmekten deliksiz uyuyamazmış. Düşünde bir boşluğa düşerken hissettiği korkuyla uyanıp, gözlerini uzun uzun tavana dikermiş. Gel zaman, git zaman bu şeker kızın sıkıntıları gittikçe artmaya başlamış; aynalara bakamaz olmuş, gün be gün etrafına çelikten savunma duvarları örmüş ve hayata küsmüş.
Günlerden bir gün şeker kız düşünde çok güzel bir rüya görmüş. Cıvıl cıvıl kuş seslerinin işitildiği, rengârenk çiçeklerin olduğu, kelebeklerin uçuştuğu uçsuz bucaksız bir bahçede ona doğru gelen güzel mi güzel bir melek varmış. Bu melek o kadar güzelmiş, o kadar güzelmiş ki, güzelliğinin ışıltısı ve büyüsü ta uzaklardan farkediliyormuş. Melek, şeker kızı görür görmez sevgiyle kucaklamış, kızın başını göğsüne yaslamış ve şefkatle okşamış. Şeker kız o an zaman dursun, hiç bitmesin istemiş ve meleğe zamanı nasıl durdurabileceğini sormuş. Melek de şeker kıza zamanı durdurmanın tek yolunun dünyada sadece tek bir yerde yetişen yedi renkli çiçeği bulmak olduğunu söylemiş ve kaybolmuş.
Şeker kız uyanır uyanmaz bu böyle olmuyor, mutlu olmak için yedi renkli çiçeği bulmalıyım demiş. Yola koyulmadan önce onu dizinin dibinden ayırmayan fedekâr anne, babasıyla ve arkadaşlarıyla vedalaşmış.
Yedi renkli çiçeği nerede bulacağını bilmeyen şeker kız, dışarıdaki tehlikelerden de habersizmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Rüzgâr çıkmış, yağmur yağmaya başlamış, fırtına kopmuş, sel götürmüş. Bu yüzden de hep sığınacak bir kovuk aramış. Ortalık durulduğunda yeniden yola koyulacakmış.
Şeker kızı görenler, yaşının küçük olduğunu, dışarıda kurda kuşa yem olacağından korkuyorlarmış. Ortalık durulduktan sonra şeker kız tekrar yola koyulmuş. Dünyanın çeşitli ülkelerini gezmiş, bu ülkelerde çok özgün çiçekler keşfetmiş. Keşfettikçe farkındılıkları artmış. Farkındalıkları arttıkça hepsini sevgiyle kabul edip, kucaklar olmuş ama bir türlü zamanı durdurarak sonsuzluğu vadeden yedi renkli çiçeği bulamamış; eve geri dönmeye karar vermiş.
Eve döndüğünde gözyaşları içinde dolaşırken bir de ne görsün! Yedi renkli çiçek kendi arka bahçelerinde yetişmiş; o kadar ışıltılı, o kadar parlakmış ki büyüsüne kapılmamak imkânsızmış. Onu gören gözlerdeki perdeler birden inmeye başlamış, onu koklayan burundaki filitreler daha hassas, ona dokunan vucüttaki tüm hücreler ise daha aktif oluvermiş. Yedi renkli çiçeği tam olarak keşfedip, sevgiyle kucaklayıp özümsediğinde ise şeker kız birden rüyasında gördüğü o güzel meleğe dönüşmüş. Daha estetik, daha esnek, sırtında kambur olan yükler yerine kanatları olan özgüvenli, gözlerinin içi gülen güzel mi güzel bir melek oluvermiş. Dönüşüm sonrası aslında zamanı durdurmanın tek yolunun anda kalarak, anın hazzını yaşamaktan geçtiğini, mutluluğun ise bakış açımızda olduğunu, kabul ve sevgiden, birken biz, bizken bir olmaktan geçtiğini farketmiş. İhtiyacı olan herkesin bu deneyimi yaşaması için bahçesinde yetişen yedi renkli çiçeğin tohumlarını her sene dünyanın dört bir yanında tanıştığı dostlarına bahçelerinde sevgiyle yetiştirmeleri için göndermiş. Her geçen gün onlardan gelen, öz paylaşımlarla sonsuza kadar koşulsuz sevginin, var olmanın, bir olmanın gücünü yaşamış.
En sonunda da mavi gökten yere, üç altın elma düşmüş. Biri masalcıya, biri Kuraldışı’na, birisi de tüm okuyuculara…
Şerife Dalcı