Birgün, hava güzel mi güzel…

Büyük bir ırmağın kıyısına bir masa atmış oturmuşum… 

 

Eller ensede, yüz güneşte, ayaklar suda, sere serpe…


Ve yanımda yöremde; tarih, görkem, yoksulluk, öfke, hüzün!

Öyle, epeyce bir kaldım orada.

……………

Kendimi, geniş, yapayalnız ovalardan geçen bir yola vurmuştum artık…

Her şey, toprağın altına zorla itilmiş sular gibi sancılı, hüzünlüydü…

Ve de herkes derin bir acı içinde…

Bütün bunlar ne anlama geliyor bilmeden, ırmak yatağında ilerledim, ilerledim…

…………….

Hava kararmış, ırmağı kuşbakışı gören bir yamacın tam eteğindeydim…

Benzinim bitmişti…

Bir ev kapısı çalmaktan başka çare var mı!

Çaldığım kapıyı kara, fidan bir adam açtı ama ölüye benziyordu daha çok; soğukkanlı bir hürmetle içeri buyur etti beni…

Oraya göç etmek zorunda kalan o insanlar, duvarları Yılmaz Güney’le donatılmış iki göz evlerinde dokuz kişi yaşıyorlardı ve köylerini çok özlemişlerdi…

Büyük zorluklarla idare edilen evin yoksul sofrasında hep birlikte yemek yedik…

Akşam şehrin üstüne çökerken Kardeş türküler çalıyordu radyoda…

“Gece baskınları, çatışmalar, ölümler yetmezmiş gibi, bir de köyümüz yakıldı,” dedi adam…

……………..

Geceyi açıkta, gündüz ki gibi sere serpe geçirmeye karar vermiş, onlardan ayrılmıştım…

Toprağın üstünde, öylece göğü seyrediyorum ki, her yer birdenbire karardı?! 

“Neyse,” dedim, “ellerim karanlıkta yol bulur…”

Tutuna tutuna, zar zor, Hasankeyf’e vardım, Hasankeyf’in tam ortasına…

Hallacı-ı Mansur’un hocalarından Beyazıd Bestami’nin sesi geliyordu bir yerlerden:

“Bana şükürler olsun hamd olsun!”

Nereden ve niye geliyordu bu ses?

Korkmuştum, hem de çok; kaçarken yaralı kuşlar gibi çarptım ha bire oradan oraya…

Kanları Dicle’ye akan, burunları, kulakları kesilmiş binlerce ceset vardı ama yer(yüzün)de!!!

Ve şimdi de, kafası yüzülen Hallacı Mansur’un, “Enel hakk” sözü geliyordu bir yerlerden?!

Daha neredendir? niyedir? anlayamadan simsiyah giysili genç bir kadın beliriverdi yanımda; ağlıyor, dövünüyor, ağıtlar yakıyordu…

Herşeye arkamı dönsem de kurtuluş yok; eşiğinde körüklü yada askeri çizmeler duran yüzlerce kapı,boşlukta gıcırtıyla açılıp kapanıyordu…

Bütün o kapıların arasında, boşlukta sallanan birer kadın ölüsü vardı ayrıca…

Soluklanayım diye yüzümü çevirdiğim yükseklerde; bıyıklı, gözlüklü, esmer bir gazeteci, meşhur bir masal* anlatıyordu oralardan: 

“Neyi yitirmişsek onu bulacağımız uzaklık, bu ülkenin zamanlarında gizlenmektedir!

Bir zamanlar, uzak dağ göllerine giden insanlar vardı…

Yolların sessiz uzaklığına düşen o insanlar, sessiz dağ geceleri boyunca yürür, büyük geçitlerde durur, yağa batırılmış beyaz bezler yakarak dualar ederlerdi…

Ayaklarını gecenin yollarında kan içinde bırakarak uzak dağ köylerine giden ve dua ederken bir çocuk gibi ağlayan o adamlar ne arardı bilir misiniz?

Onlar o dağlarda, o karanlıkta, o yollarda; özgür yaşamlarının, kendilerinin ve tanrılarının kaybolduğu yitik bir zamanı ararlardı!

İşte aşk budur; uzaklığı bilmek, ona gitmek ve onda yürüyüp ona ulaşmak için çılgınca bir savrulma halinde olmak!..

Zaten özgürlüğün ne anlamı olabilir ki, bir uzaklık boyunca gerçekleşmek ve oluşmaktan başka?”

Bütün sesler, konuşmalar, ağıtlar, acılar durmuş, çıt çıkmıyordu…

Ama cesetler hâlâ boşlukta sallanıyor,

Kanlar hâlâ Dicle’ye akıyor,

Kapılar gıcırtıyla hâlâ eşiklerdeki çizmelerin üstüne açılıp kapanıyordu…

Bu hâlâ yüzünden, bütün yüzlerden gözyaşı döküldü koca kâinata…

Hava yeni yeni aydınlanmaya başladığı için ışık öylesine azdı ki, orada olan herkesin, her şeyin arasındaki sallantıların yüzü çoğalıyor, ben her şeyin altında kalakalıyordum…

(*Hüseyin Kaytan, Özgür Gündem)

Share This