Maslak’a gitmek için Levent’ten minibüse bindim. Minibüs çok kalabalıktı ve ben en arkadaydım. İneceğim yere geldiğimizde uygun bir yerde inmek istediğimi şoföre bağırarak söyledim. Fakat minibüs yol almaya devam etti. Tekrar söyledim. Değişiklik yok. Ben tam en yüksek sesimle bağırmaya hazırlanırken şoförün yakınında olanlar bana dönüp “Şoför karşı yola zaten dönecekmiş, üstgeçitten geçmekle uğraşmayın diye sizi o tarafta indirecekmiş” dediler! “Ama benim bu tarafta inmem gerekiyor” diye bağırırken şoförümüzü zar zor ikna ederek minibüsten inebildim.

İndiğimde kendi kendime şoförün bu hareketini neye yormalıyım diye düşündüm.

Varsayımda bulunma hastalığımız mı, erkeğin kadın yerine en iyiyi düşünür ataerkil şartlanması mı, şoförün güzel gönüllüğü mü?…

Hala sonuca varamadım:)

***

Taksi ile seyahat ilginç ve bazen de tedirgin edici olabiliyor. Geçenlerde bindiğim bir taksinin şoförü ikinci dakikadan itibaren onu sinir eden her şeyi bana anlatmaya başladı. Önce normal sinir olma boyutlarında anlatılan olaylar bir süre sonra “elde levye ya da beyzbol sopası” seviyesine yükseldi. Şoför artık iyice gerilmiş durumda vurucu hikayesine geçiş yaptı. Trafik ışığında takıştığı bir kadın şoförün alnına silah dayadığını söylediğinde “Nasıl yani” diye bağırmışım. O sırada gitmek istediğim yere geldik ve ben taksiden indim. Taksi giderken ben de arkasından bakakaldım.

Farkında mıyız acaba, bu toplumda her an silah çekebilecek insanlarla beraber yaşıyoruz…

***

Askerliğini Güneydoğu’da komando olarak yapmış ve bizzat savaşın içinde yer almış bir taksi şoförü denk geldi bir keresinde. O da anlatma ihtiyacı içinde olan ve hiç bir şey söylemeden anlatmaya başlayan taksi şoförlerindendi. Anlattıkları öyle kan dondurucuydu ki hiç cevap veremediğimi ve yaşadıkları için ağlamak istediğimi hatırlıyorum.

Bir çatışma sonrasında esir aldıkları PKK’lı bir kadına yaptıklarını anlatırken tekrar ve tekrar ölen arkadaşlarının öcünü alıyordu sanki. Anlatımı o kadar nefret dolu olmasına karşın gözleri o kadar donuktu ki…
Hayatı da oralarda donup kalmıştı zaten… Her gün yeni baştan Güneydoğu’yu yaşıyordu, en acımasız haliyle…

***

Taksi şoförleri ilginç olabiliyor gerçekten. Taksisine bindiğim bir şoför sigara içiyordu. Ben arka camı açtığımda “sigaradan rahatsız mı oluyorsunuz?” dedi. Ben de “bak ne duyarlı” diye düşünerek “evet” diye cevap verdim. Şoför bana döndü, sevimli bir şekilde baktı ve “demek öyle” diyerek önüne döndü, sigarasını söndürmeden yola devam etti…

Bostancı’dan Taksim’e giden çift katlı otobüsler karşıya geçerken harika oluyor. Rahat, kitap okumaya, derin derin düşünmeye çok uygun. Tabii o gün yolcu olarak nasibinize düşenlere bağlı olarak…

Geçenlerde cep telefonu yüzünden orta yaşlarda bir kadın bir erkek iki kişi telefonla konuşanlara veryansın etmeye başladılar. Güzel konuşuyorlardı, dikkatle vurguladıkları noktaları dinlemeye başladım. Söyledikleri özsorumluluğu anlatıyordu. Bu sözlerin hedefi olan iki kişiden biri, genç bir kadın, birden onlara doğru dönüp “Ben otobüslerde cep telefonu kullanılmaması kuralının işletilmesi için İETT’ye bir sürü mail attım ama hiç bir şey yapmadılar, bizi kontrol etmiyorlar” dedi.

Bu genç kadına baktım; iyi giyimli, kültürlü, kitap okuyan bir şahıstı. “Bizi kontrol etmiyorlar ki” söylemi ile imajını hiç bağdaştıramamamın karışıklığı içinde tam bir şeyler söylemeye hazırlanırken orta yaşlı kadın yine çok güzel cümlelerle cevabını verdi.

Bu sefer aynı genç kadın ikinci bomba cümlesini patlatarak “Baktım herkes kuralı hiçe sayarak konuşuyor, ben de konuşmaya başladım” dedi. Diğer kadın “Herkes yanlış yapıyorsa sizin de mi yapmanız gerekiyor” derken ben pencereden dışarıya çocuğunun elindeki boşalmış pet su şişesini alarak sokağa atan anneye bakıyordum…

***

Otobüs seyahatlerimde kitap okuduğum için yanıma oturan kişinin mp3 çalarından müzik dinleyen veya benim gibi kitap okuyan biri olmasını tercih ediyorum.

Aynı zamanda bu yolculuklar tam anlamı ile kendimle kaldığım zamanlar olduğundan düşüncelerimin bölünmesini de arzu etmiyorum. Fakat tercih veya arzu her zaman işe yaramıyor. Ne kadar ilgilenmeseniz de hikayesini anlatmak isteyen insanlar var. İnsanların buna ihtiyacı var.

Bir keresinde psikiyatrik tedavi gören bir kadın oturdu yanıma. Bütün dertlerini anlattı bana. Ne kadar yalnız olduğunu anlattı. Kişi sayısı olarak çok kalabalık bir ailenin içindeki çok yalnız bir kadındı o… İnerken ona kocaman, koşulsuz sevgi diledim içimden.

İlkokuldayken “güneş giren eve doktor girmez” sözü çok tekrarlanırdı derslerimizde. Güneş sembolik bir sözcük müydü acaba…

Çünkü aslında “Sevgi giren eve doktor girmiyor”…

***

Otobüs seyahatlerimden birinde yanıma oturan genç bir kadın hem beni kendine hayran hem de bazı sorularla başbaşa bıraktı.

Hayran olduğum yanı, iki katlı bir otobüsün sallanan üst katında, usta şoförümüzün ani frenlerine rağmen, tam bir makyaj yapabilmesiydi. Eye-liner bile çekti! (Bunu kadınlar çok iyi değerlendirecektir 🙂 Sonra iş dosyasını açtı. Bir arkadaşını aradı. Arkadaşına kelime kelime bir metni okuyarak ingilizce çeviri yaptırmaya başladı. Karşı taraf uygun olmadığını açıkça söyledi ama o hiç aldırmadan çeviri yaptırmaya devam etti. Karşı taraf sonunda kapatması gerektiğini söyledi ve kapattılar. Bu sırada metnin önemli bir kısmının çevirisi de yapılmıştı zaten.

Telefonu kapattıktan sonra bana döndü ve tüm şirinliğini takınarak ingilizce biliyorsam çeviriyi kontrol etmemi rica etti. O telefonla konuşurken ister istemez kontrol etmiştim zaten, doğru çeviri yapılmıştı. Bana ingilizce bilmediğini ama yabancılarla yazışması gereken bir işi olduğunu söyledi. Bu şekilde destek alarak işini yürütüyormuş. Otobüsten indiğinde arkasından bakarken kafamda bir kaç soru, kuyrukları birbirine değmeyerek dolaşıyordu.

Bu kadın girişimci mi? Çok iyi adam mı kullanıyor? İşini bu şekilde halletmesi profesyonelce mi? Batı iş kültürüne göre cevapları biliyorum. Ama konu Türkiye olunca…

Share This