Sonbaharda bisiklete binmek bana hep Darka’yı hatırlatır. Darka, İznik gölü kıyısında kurulmuş bir site. Bizim yazlık evimiz orada. Yazlık dediğime bakmayın, son çeyrek yüzyıl içinde Darka’ya yaz mevsiminde ya bir ya da iki defa gitmişizdir. Yıllara meydan okuyan sadelikteki bu sitede geçen bütün anılarım sonbahar, kış ve ilkbahar mevsimlerine ait. Hepsinde de bisiklete biniyoruz Yasemin ile. Dedemin anneme ilkokul bitirme hediyesi olarak aldığı 1952 model Otomoto ile daha sonra babamın anneme hediye ettiği (kimden dinlediğinize bağlı olarak kaptırdığı diye de anlatılan) 1970 model Rogue üzerindeyiz Yasemin ile. Bisikletlerin eskiliğinden utanmadığımız gibi, o yıllarda ne kadar “havalı” göründüğümüzün de farkında değiliz. Diğer gençlerin muhtemelen züppelik olarak algıladıkları bir içedönüklük bulutuna gömülmüş, başkalarının hakkımızda ne düşündüğünü umursamadan pedal çeviriyoruz. Bu umursamazlığın ne büyük bir lütuf, ergenliği tereyağından kıl çekermiş gibi geçirmemizi sağlayan bir nimet olduğunun da farkında değiliz. İkimiz bir yanda, dünya başka bir yanda…
Çok sonra ben bunun kozalaşma (coccooning) adı verilen bir endişeden kaçış mekanizması olduğunu öğreneceğim. İki kişi, hayatın zorluklarına gözlerini kapatmak için birbirlerine kapanıyorlar. Üçüncü kişi kaçmaya çalıştıkları huzursuzluğu su yüzüne çıkaracağı için mümkün olduğunca kimseyle görüşmüyorlar. Ergenliğin dikenli yollarında yürüyen iki genç kızın kozalaşmasından doğal bir şey yok tabii. Zaten bu endişeden kaçış (anxiety-binding) mekanizması yetişkin çiftler tarafından kullanıldığında sorunlar ortaya çıkıyor. Çift haline geldikten sonra ortadan kaybolan arkadaşlarımız var ya, işte onlar kozalaşma kurbanı! İlgilenirseniz, size ileride kozalaşma ve diğer endişeden kaçış mekanizmaları hakkında yazarım.
Hava serin, kimi zaman soğuk, çok soğuk. Evlerde yanan şöminelerin dumanı burnumuza doluyor. Biz de öğrenmişiz şömine yakmayı. Üçgen çadır kurmak gerekiyor odunlardan. İznik çarşıdan alınan bol reçineli çıraları da çadırın ortasına yerleşince harlayan alevlere bakarak saatler geçirebiliyoruz. Yıllar geçiyor… Biz Darka’ya arkadaşlarımızla, sevgililerimizle gidiyoruz. Kozalaşma bitmiş. Bereleri atkıları kuşanıp balkona sofra kuruyor, şöminede kızarttığımız sucukları İznik fırından aldığımız sıcacık köy ekmeğine bana bana yiyoruz. Sonbaharda Darka’da hep rejim bozuluyor. Bazen de ders çalışmaya, ödev yazmaya, tez bitirmeye gidiyoruz Darka’ya. Arka planda şömine çıtırdarken biz konuşmadan, çay almak için bile yerimizden kalkmadan derslerimize gömüldüğümüz doksan dakikalık vardiyalarla çalışıyoruz. Sonraki doksan dakikada ise ders kitabı kapağı açmak yok. Tertemiz serin havayı ciğerlerimize çekerek göl kıyısında pedal çeviriyoruz yine. Sahil bomboş. Göl buz gibi. Kumlarda kurumuş sazlar. Gazeteler kupon ile bisiklet dağıtmaya başladığı için artık modern bisikletlerimiz de var. Onları arkadaşlarımıza sunup biz Yasemin’le yine Otomoto ile Rogue’un selesine atlıyoruz.
SAYFA-BOLUMU
Ağaçların yaprakları sarıya dönmüş, bir kısmı iki katlı beyaz evlerin balkonlarına, bahçelerine dökülmüş. Göletlerde ördekler, başlarını sırtlarına gömmüş günün büyük kısmında uyuyorlar. Havada tatlı odun kokusu…
Sonbahar gelip de bisikletimle Portland’ın sokaklarında gezerken burnuma Darka’daki sonbaharların kokusu doluyor.
Bugün de yaprakları kızarmış ağaçların sıralandığı sokaklarda anılarımı koklaya koklaya bisikletimi sürüp sonunda çaycıya giriyorum. Mahallemizin çaycısı yürüyerek bizim evden on beş dakika uzaklıkta. Bisikletle gelirseniz altı dakika,” hafif yokuş. Burada kahve yok. Yüzlerce çay çeşidi var. Siyah, yeşil, beyaz çay, Hint usulü süt ve şeker ile karıştırılarak pişirilen “chai”, kahve karşıtlarının biricik maddesi mate ve bence çay ile bira karışımı bir sıvı olan kombuça satıyorlar. Bir grup üniversite öğrencisi geçen yıl açtılar bu çayhaneyi. Aralarından bir kaç tanesi üniversitede seçmeli ders olarak Türkçe alıyor. Ben gelince hemen selama duruyorlar, çayımı masama servis ederken Türkçe “Buyurun” demeyi ihmal etmiyorlar. Ben de onlara “Nasılsınız” a alternatif olarak “N’aber, ne var ne yok”u öğretiyorum.
Herkesin kendi içine gömüldüğü bir mekan burası. Karşılıklı yerleştirilmiş iki kanepesinde muhakkak kitap okuyan bir iki kişi görebilirsiniz. Masalarda tek başına ya da karşılıklı oturan gençlerin önlerinde defterleri ya da bilgisayarları açık. Sohbete gelenler çaylarını yudumlarken, alçak sesle konuşuyorlar. Müzik olarak da Portland kahvehanelerinde günün bu saatlerinde duymaya alıştığınız hard-rock değil de, Ulrich Schnauss gibi hafif, keyifli, huzurlu şeyler çalıyorlar.
Ve birden bütün bu huzurlu, çay kokulu, sonbahar anılı ortamın ortasına dalan genç kadın iyi bir yazı çıkarmak için gerekli bütün koşullarımı alt üst ediyor. Üstelik yalnız da değil, yanında bir de sevgilisi var. Tam arkamdaki koltuklara yerleşiyorlar. Kadının saçları beline kadar rasta, altında Tayland gezginlerinin markası haline gelmiş olan balıkçı pantolonu, üstünde batik uzun kollu tişört, başında gökkuşağı renklerinde el örgüsü bir bere. Çıplak ayaklarını karşısındaki koltukta oturan sevgilisin kucağına yerleştirdi. Başladı anlatmaya. O anlatıyor biz bütün çayhane dinliyoruz. Tayland’ı, Yeni Zelanda’yı, dün gece döndüğü Prana Festivalini, yeni kaydolduğu akro yoga hocalık eğitimini… Çenesi durmak bilmiyor. Neşeli, umursamaz, bütün ilgi onun üzerinde olsun istiyor. Mükemmel yazma koşullarımın içine ettiğinin farkında mı diye birkaç kez ters ters bakıyorum ama kendisinden başka hiçbir şeyin farkında değil Rasta Prenses. Gözümün ucuyla çayını sipariş etmeye kasaya gidişini izliyorum. Ay, şu koltuktan kasaya uzanan beş adımlık yolda artık ne dans figürleri, dönerken sevgiliye ne kırıtmalar… Avuç içi kadar yerde biz hepimiz onu izleyeceğiz yani, öyle bir “dünyanın merkezinde ben varım, hepiniz bana bakın” pozları.
SAYFA-BOLUMU
Tam yazıma (size) geri dönecekken, aklıma geliyor. Bu Rasta Prenses benim alter egom. Ne demek alter ego? Hayatta ennn sinir olduğunuz insan tipini düşünün. Ne arkadaşınız, ne sevgiliniz olmasını istediğiniz kişi. O odaya girdi mi, siz çıkıyorsunuz. Televizyonda öyle bir karakter görürseniz tüyleriniz diken diken oluyor. Hayatta en son olmak isteyeceğiz insan. İşte alter ego bu. Kişinin kendi potansiyeline erişmesi için psiko-dramada kullanılan tekniklerden biri alter egoyu temsil eden bir karakteri bir süreliğine canlandırmak. Biz de Transpersonal (Benötesi) Psikoloji eğitimimizin ilk yılında bu tekniği kullanarak bir egzersiz yapmıştık. Bütün gün hiç hoşlanmadığımız alter egomuz kılığında gezerek, sınıf arkadaşlarımızla bu karakterin penceresinden ilişkiler kurmuştuk. Bana Courtney Love rolünün verildiği o gün boyunca ettiğim küfrü hayatımda hiç etmedim mesela. Courtney’liğe bir defa alıştıktan sonra, konuşanın sözünü pat diye kesmek, kendimi ortaya atmak, çiklet çiğnemek, askılı tişörtü sutyensiz gitmek, yüksek sesle konuşmak, seksi şakalar yapmak gibi ailemin ve kendimin kendime yasakladığı pek çok davranışı yaşama özgürlüğüne kavuştum. Alter ego egzersizleri de işte bu özgürlük duygusunu tadalım, kendi yasaklarımızı fark edelim diye yapılıyor. Bir çeşit terapi.
Peki günün ortasında alter egomuz ile karşılaştığımızda ne yapacağız? Bana Courtney Love’ı alter ego olarak hocalarımız vermişti ama şimdi o egzersizi yeniden yapacak olsak ben bu arkamda oturan Rasta Prensesi seçerim. Kadın kaçındığım, olmak istemediğim her şeyin canlı bir tablosu çünkü. Rahatsızlığım Rasta Prenses’in davranışlarından çok, o davranışların bana hatırlattığı kendi yasaklarımdan kaynaklanıyor. Sessiz sakin bir ortamda herkesin dikkatini çekecek hareketler yapmak, yüksek sesle konuşmak, ayakları sevgilinin kucağına koymak, akro yoga hocalık eğitimi almak ve bir de bundan bağıra çağıra bahsetmek, kendime koyduğum yasakları hatırlatıyor bana. O yüzden huzursuzlandım. Alter ego egzersizini yapmasaydım geçmişte, şimdiki rahatsızlığım nesnesinin kendi içimde saklandığını hiç bilemeyecek, kadını suçlayıp duracaktım.
Bütün bunları farkına varınca dönüp Rasta Prenses’e bir daha baktım. Koltukta bağdaş kurmuş, telefonda konuştuğu kişiye son aylarda gezdiği dünya şehirlerini ve tabii ki yeni kaydolduğu akro yoga hocalık eğitimini anlatıyordu. Bana gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Bu karşılıklı tebessümleri gören içimdeki Rasta Prenses sıkıştığı hücreden bana el salladı. Gittim hücrenin kilidini açtım. Açılan kapıdan çaycıya sarı yapraklar doldu. Rüzgar çıkmış. Yan taraftaki lokanta , odun fırınını yakmış, pizzaları içine sürmeye hazırlanıyor. Havada sonbaharın odun kokusu, geçmiş ile şimdi birbirine geçmiş, içimde özgürlüğe doğru bir kapı daha açılmış.
Eve dönüyorum.
Sonbaharınız kutlu olsun.