Şehrin tüm sokaklarına yayılan bir çığlık yükseliyor gri bir binadan. Hastanenin hemen önünden tren geçiyor olmasına rağmen çığlık tüm şehre yayılıyor. Bir kız çocuğu çığlığı bu.
Garip bir kesişim yeri burası; acıları farklı küçük çocukların buluştuğu bir yer. Sabah uyanır uyanmaz koridorlarda gözlerini ovuşturarak dolaşan bir sürü küçük çocuğun olduğu, kayıp hayallerin bulunamadığı ve günden güne ağırlaşan dezenfektanımsı bir kokuya sahip, uzun koridorlardan oluşan bir yaşam alanı.
O çocukları anlatmaktan korkuyorum; çünkü ne zaman bu hikâyeyi anlatmaya kalkışsam -yıllardır defalarca denedim bu yazıyı tamamlamayı ama her defasında biraz eksik kaldı- içimdekileri olduğu gibi bir araya getiremedim, sözleri bir araya getirip hafızamda kalanları dillendiremedim.
Beş dakikada bir önünden tren geçen büyük bir hastanenin çocuk servisinde, uzun ve bir tarafı camlı koridorun sonunda, yapay ışıklarla aydınlatılmış, etrafta her zaman dağınık duran kolu bacağı kırık oyuncaklarla dolu bir oyun odası var. Gözlerinde büyük büyük bakışlar olan farklı yaşlarda bir sürü çocuk, az sayıdaki oyuncağı paylaşmaya çalışıyor. Sorumlu görevli, kavga etmeden oynamalarını sağlamaya çalışıyor. Oyun odası dışındaki diğer buluşma noktası, güneşin dolduğu kocaman camları olan televizyon odası; çocuklar bu salonda akşam uyku saati gelene kadar (bu en geç saat 22:00) oturup saatlerce televizyon izliyorlar dip dibe. İçinde bulundukları durumda onlara en kötü gelen şey, annelerinden uzak olmaları; hastalıklarının çok da farkında değiller henüz.
Farklı ekonomik sınıflara mensup ailelerin çocukları olmalarına rağmen kendi aralarında sınıfsal farklar yok; hepsi eşit; yataklarında yatıyorlar, çok küçük olanların yataklarının yanında düşmemeleri için kolçaklar bulunuyor, yatakların altındaki kolu çevirerek yatağı orta yerinden ikiye katlamaya bayılıyorlar.
Bir kız gizli gizli her akşam ağlıyor, gözyaşlarından utandığı için saklanıyor köşe bucak, küçülüyor da küçülüyor sesi duyulmasın diye. Kendine bir arkadaş bulunca tüm ağlamaları bitiyor, Oğuz’u çok seviyor. İki küçük arkadaş arada sırada birlikte kaçıp hastanenin diğer bölümlerini geziyorlar; bazen de dışarıya çıkıp fazla uzaklaşmadan civarı turluyorlar. İki hasta çocuk birbirinde düzeliyor; Oğuz karışık tost yemeye bayılıyor kız arkadaşıyla beraber.
Kız sürekli kaşınıyor, diğer çocuklarda onun gibi kaşınıp duruyor. Galiba bitleniyorlar…
Koridorlarda koşuşturuyorlar, bir gün gizlice psikiyatriye girmeye çalışırken bir görevli tarafından yakalanıyorlar. Korkarak yattıkları servisi söylüyorlar görevliye. Görevli meraklı olmalarının kötü olabileceğini söylüyor ve onları servislerine teslim ediyor.
Mayına bastığı için ayağı parçalanan arkadaşları, onlara Kürtçe küfür etmeyi öğretiyor. Kürtçe bilmeyenlere öğrendikleri kelimelerin anlamlarının güzel şeyler olduğu yalanını söyleyip eğleniyorlar. Sürekli yeni eğlenceler buluyorlar kendilerine.
Çocuklarla ilgilenen hemşirelerden biri Oğuz’un akrabası olduğu için diğer çocuklara oranla az biraz iltimas görüyorlar. Herkes uyuduktan sonra gizlice televizyon izleyebiliyorlar. Uykuları gelene kadar oturuyorlar, normal hayatlarını anlatıyorlar birbirlerine. Gece kaçta uyurlarsa uyusunlar sabahleyin erkenden kalkıyorlar. Hastanede çok geç saatlere kadar uyunamıyor. Sabah kontrolleri ve gürültü buna izin vermiyor.
Oğuz’la aynı odada yan yana yataklarda yatıyorlar. Yan odaları özel bir oda; yani zengin insanların kaldığı bir oda. Bir sabah erkenden o odaya bir kız getiriyorlar. Herkesin gördüğü en güzel kız, ismini hatırlamıyorum ama yüzü hâlâ aklımda. Annesi ve babasıyla kalabildiği için herkes kıskanıyor önceleri onu. O ise çocukların oyunlarına katılamıyor; çünkü ayaklarını kullanamıyor. Yanlışlıkla elektrik çarpmış ve iki ayağı da bu yüzden çok kötü durumda. Kız ve Oğuz, onun yanına uğruyor her gün, birlikte gülüyorlar eğleniyorlar. Güzel kızın ailesi onun böyle gülebildiğini gördükleri için çok mutlular. Bizimkiler onun da kalkıp kendileriyle hastanenin içinde koşturmasını çok istiyor. Yeni kız arada sırada sinir krizi geçiriyor ve saatlerce ağlıyor yüksek sesle; o saatlerde o odadan mümkün olduğunca uzağa kaçıyor tüm çocuklar. Kızın ağlayışı kendi hastalıklarını hatırlatıyor onlara. Unutmaya çalıştıkları şeyle karşı karşıya gelmek istemiyorlar, kaçıyorlar. Güzel yüzü şişiyor ağladıkça, doktorlar sakinleştirici vuruyorlar; herkes ağlıyor o ağlayınca.
Annesi sürekli sigara içmek için servisin önüne çıkıyor. Kızla arkadaşı onun ağladığını görüyor hep, ama rahatsız etmemek için hemen uzaklaşıyorlar yakınından. Güzel kız için herkes dua ediyor. Onun üzülmesini istemiyor hiçbir çocuk. Kız onun için bir şiir yazıyor, sadece onu bir dakika mutlu edebilmek için. Hemşirelerin kullandığı daktiloda küçük parmakları harflere dokundukça içinden kocaman kütleler kopuyor, şiir akıp geçiyor kâğıda. Bir balon bulup bir elinde şiir bir elinde balon kızın odasının kapısını çalıyor; içeriye giriyor, kız birden gözlerini açıyor. Onu gördüğüne memnun gülümsüyor. Ona şiiri uzatıyor balonu da yatağın başucuna bağlıyor. “Oğuz’la ben bunu senin için yazdık; artık ağlamaman şartıyla senin olacak” diyor. “Tamam” diyor pembe dudaklı güzel kız. Bir daha ağlamayacağım. Anne ve babası onları yalnız bırakıyor. Güzel kız şiir için teşekkür ediyor “keşke sizinle gezebilsem ben de; burada çok sıkılıyorum.” “Sana her şeyi anlatabiliriz biz. Mesela üst katımızda delilerin olduğunu, oraya girmeye çalıştığımızı, hastanenin kafeteryasında herkesin sigara içtiğini, koridorların uzay yolundaki geminin koridorlarına benzediğini, bu hastanenin en güzel yerinin yürüyen merdivenler olduğunu. Her gün gelir sana anlatırım tüm yaptıklarımızı, yeter ki ağlama. Sen görmedin ama burada o kadar kötü durumda olanlar var ki, onları görsen ağlamazsın zaten. Ben de çok mutsuzdum ilk geldiğimde ama artık halime şükrediyorum. Yarın ameliyata gireceğim ödüm patlıyor aslında korkudan; ama napalım böyle olmuş işte. Üstelik sen de ameliyattan sonra iyileşeceksin. Ya iyileşemeyecek olanlar ne yapsın?” “Haklısın ama ne yapayım; elimde değil ağlamamı durduramıyorum. Gelince gidiyor işte.” “Ama yazık değil mi bak annenler burada senin yanında işte; bak hepimiz uzağız ailelerimizden, hatta bazılarının ailesi bile yok. Ağlama da hastalığın artmasın. Ben ağlarken bir kere; doktor bana öyle söyledi. Ağlarsak daha da hasta olurmuşuz.”
Ertesi gün kız ameliyathaneye kadar gitti , üzerinde yeşil giysilerle, bekleme odasında narkozdan çıkan hastalarla birlikte buz gibi bir odada, aç karna saatlerce bekledi. Dört saat sonra onu odasına geri götürdüler. Acil bir hasta gelmişti ve ameliyatların hepsi ertelenmişti. Odasına gittiğinde hemen yemek yedi; açlıktan ölüyordu. Aslında sevinmişti ameliyatın ertelenmesine; çok korkuyordu uyuşmazsam ve her şeyi hissedersem diye. Büyük gibi davranmaktan sıkılıp ağlamaya başladı. Oğuz yanına gelip onu teselli etmeye çalıştı. Ona komik bir şeyler anlattı. Kız tekrar gülmeye başladı. Oğuz sarılınca kız mutlu oluyordu.
Trenin düdüğü çaldı… Güzel kızın odasına doktorlar girdi onu sedyeyle ameliyathaneye götürdüler. Anne ağlıyordu arkasından kızın elinde kahverengi ayısı vardı, gülümsemeye çalışıyordu koridorda dikilip onu izleyen çocukların önünden geçerken. Prenses gibiydi. Sanki halkının karşısında en kötü anını mağrur bir ifadeyle belli etmemeye çalışan gururlu bir prensesti. Anne hıçkırarak ağlıyordu prenses gözden kaybolduğunda. Oğuz ve kız onun yanına gidip bacaklarına sarıldılar.
Ameliyatın kaç saat sürdüğünü kimse fark etmedi; uzun bir ameliyattı. Prenses baygındı odasına geldiğinde. Anne babası doktorla oda kapısının önünde konuşuyorlardı; onunla nasıl konuşmaları gerektiğini soruyorlardı. Meraklı çocuklar duymaya çalışıyorlardı konuşulanları. Kızın iki bacağının dizden aşağısı kesilmişti. Kangren olmuştu kız, kangren ne demekse! Üstelik şimdi kesilmese ileride bacaklarını tamamen kesmek gerekebilirdi. Onun iyi olması için kesmişlerdi. Bunu kız nasıl anlasın? Anne hem ağlıyor hem dinliyordu. Çok güzel protezler var diyordu doktor. Gerçek bacak görüntüsünde. Buna alışmak zor ama daha kötüsü de olabilirdi. Ama kız bunu anlayacak yaşta değildi.
Bir iki saat sonra prensesin odasından çığlıklar duyulmaya başladı. “Ölmek istiyorum” diye bağırıyordu prenses. Bacaksız olacağıma öleyim diyordu. Bütün gece ağladı. Servisteki tüm çocuklar yataklarına kaçtı. Bu ses hayatları boyunca kulaklarından gitmedi. Oğuzla kız Kürtçe bir küfür savurdular aynı anda kadere. Bu nasıl bir dünyaydı çocuklara karşı bu kadar acımasız… Prenses sabaha doğru yorgun düşüp uyuyakaldı. Kalktığında yine ağlamaya başladı.
O anda tren geçmesine rağmen prensesin sesi bu sisli karanlık kentin her yerine yayıldı.
Serpil Yurduseven