Senden çıkıp eyleme dönüşen bir can var,
bir yaşam gücü, bir enerji, bir telaş var
ve tüm zamanda senden sadece bir tane olduğu için,
bu ifade eşsiz bir şey.
O güç senden başka bir araç vasıtası ile hayata gelemeyeceğinden,
yolunu tıkarsan sonsuzlukta kaybolur gider.
Martha Graham
En çok hangi ünlü ile tanışmak istersin, diye sorsalar, inanın hiçbiri diye cevap veririm. Ünlüleri ve ünlerini sevmediğimden değil. Aksine sokakta karşılaşsam elimi ayağımı birbirine dolayacak kadar hayran olduğum insanlar var benim de. Bir kısmı müzisyen, çoğu edebiyatçı.
Geçen yıl bir akşam yemek yediğim lokantadan içeri hayran olduğum yazarlardan biri girmişti. O ara ilk romanımı doğurmanın en ateşli dönemecinden geçiyorum. Sabahtan akşama çalışma odama kapanmış yazıyorum, okuyorum, koridorda bir yürüyüşe çıkıp koşa koşa masama geliyor, yeniden yazıyorum. Bir elimde Ahmet Hamdi, diğer elimde Yaşar Kemal. Leyla Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ı yeni bitmiş, sehpadan bana hâlâ göz kırpıyor. Aklım biraz o tuhaf kadının Beyoğlu’nda gezdiği mekânlarda. Kaybının hüznünü yaşadığım ama kendisini hiç yaşamadığım bir başka zamanlarda… “Bizim kızlar (benim karakterler) Beyoğlu’nu nasıl yaşarlar acaba?” diye düşünüyorum. O arada onlar çoktan Beyoğlu’na çıkmışlar zaten. Kalabalığı, kebap kokusunu, kara kıyafetli insanları yadırgamadan kokoreç yiyerek Tünel’e yürüyorlar. Benim evde ise divana, yerlere, koltuklara hayran olduğum yerli yabancı yazarların kitapları yayılmış. Anna Karenina, Kara Kitap, Bitmeyecek Aşk, sıra sıra Tom Robbins’ler…
Bendeki heyecanı görmeyin! Kara deliğe düşer gibi romanların merkezine çekildiğim saatler geçirmişim, evlerin içlerini görmüş, gümüş şekerliğe ıslak çay kaşığını daldırdığım öyle bir günün akşamında işte yorgun argın, bir lokma bir şey yiyelim, iki çift laf edelim diye bir arkadaşımla girdiğimiz lokantada karşıma odama dağıttığım romanlardan birinin yazarı çıkınca nasıl mest olduğumu artık siz tahmin edin! Bir anda havam değişti. Yorgunluğum gitti, yerini heyecan aldı. Açlığımın yerini şevk aldı. Hemen gidip daha çok yazmak istedim. Aklıma kızlarımın gidebileceği yeni yerler, yapabilecekleri şeyler geldi. Romanımın karakterleri sayesinde hayatın sonsuz imkânlara doğru açılabileceğini fark ettim. İstediğim her şeyi roman yazarak yaşayabilirdim. Karakterlerim vasıtası ile kutuplara da, manastıra da, geçmişe de geleceğe de gidebilir, duygudan duyguya girebilirdim.
Hayran olduğum bir yazar ile aynı mutfağın yemeklerini yediğim o bir saatte ben, romancılığın sınır tanımayan imkânlarını, özgürlüğünü ve hazzını etimle kemiğimle anladım. Bütün hayallerim roman yazarak gerçekleşebilirdi. Zaten bütün hayallerin sonu bir hisse çıkmıyor mu? Son model bir araba da düşlesek, Himalayalar’a tırmanmayı ya da güzel, sağlıklı çocuklara analık babalık etmeyi de düşlesek, eninden sonunda peşinde koştuğumuz şey bir histen ibaret. Düşlediğimiz şeyin kendisi değil de, onun bizde uyandıracağı histir yüreğimizi güm güm attıran.
Gidip yazarla konuşmadım. Çantamda bir kitabı vardı aslında ama kalkıp da imzalatmaya kalkışmadım. Rahatsız etmeyeyim kaygısı ile değil. (O da var tabii ama bir tek o değil). Gidip kendimi tanıtmaya çalışmanın ne aciz bir çabaya dönüşeceğini bildiğimden de değil (Ama o da var). Kendimi hayal kırıklığına uğratmaktan korktuğumdan. Çünkü bütün edebiyat hayranları gibi ben de hikâye ile kurduğum ilişkinin kitapla değil, yazarla kurulduğunu sanıyorum. Bu bir yanılsama. Kendi romanımı yazana kadar bu yanılsamayı tam olarak anlamamışım. Ancak masanın başına ne yazacağım konusunda en ufak bir fikrim olmadan geçip de, parmaklarımın tıkır tıkır benim bile sonunu merak ettiğim bir hikâye yazdığına şahit olduğumda bu yanılsamayı anladım. Okuru da yazarı gibi yeni tecrübelerin taze hislerine sürükleyen hikâyeler yazarlarından bağımsız ve hatta belki kendilerini kaleme alan ellerin bağlı olduğu kişilerden daha büyük şeyler.
Büyük yazarların, usta sanatçıların hepsi de bunu biliyor ve bu yüzden kendi eserlerine alçak gönülle yaklaşıyorlar.
Ben sık sık öğrencilerime şunu söylüyorum:
Maddenin özünü, insanın sahici doğasını tam olarak algılayamayışımızın arkasında yatan neden beş duyu organımızın fazla gelişmemiş teknolojisi. Eğer moleküldeki dalgayı, titreşimi ayırt edecek donanıma sahip gözlerimiz, kulaklarımız olsaydı ne kendi bedenimizi ne de etrafımızdaki eşyayı katı ve değişmez maddeler olarak görecektik. Yüksek teknolojiye sahip gözlerimizden görünen dünya dalgalanıp duracak, biz de yoganın ve nice mistik sistemlerin asırlardır sebatla öne sürdükleri üzere tek gerçeğin dur durak bilmeyen bir değişim, dönüşüm olduğuna günlük hayatlarımızda bizzat şahit olacaktık.
Hatta belki biraz daha da gelişmiş olsaydı duyu organlarımızın teknolojisi, mesela havadaki kablosuz ağ ve cep telefonu dalgalarını görebilseydik, kendi beden ve zihin dalgalarımıza nasıl karıştıklarını, ritmi bozup parazit yaptıklarını kulaklarımızla duyabilecektik. Yunuslarınki gibi hassas ve yüksek teknolojiye sahip duyu organlarımız olsaydı, kavgacı bir insanın öfkesinin ardındaki çaresizliği ayırt edebilirdik belki.
Eski ve yeni birçok mistik akımın, bir de Einstein’ın öne sürdüğü üzere, evrensel bilgi havada cep telefonu şebekesi gibi geniş bir ağ kurmuş olarak duruyor. Bu ağ içinde romanlar, şiirler, resimler, heykeller, tatlar ve müzik biri bizi kapsa da işe yarasak misali dalgalanıp duruyor. Yaradan’a, hayata, varoluşa dair bilgiler de orada, i-cloud’ın ilahi versiyonu sayılabilecek bir ağda depolanmış.
Biz insanlar o dalgayı alıp diğer topluma yaymakta görevliyiz. Yani hepimiz birer cep telefonundan ibaretiz aslında. İşimiz dalgayı kapıp o frekansı kendiliğinden bulamayan insanlara sunmak. İlahi i-cloud’da depolanmış olan veri insanlığa söz, ses, hareket, tat ya da form olarak geri sunulabilir. Hangi tondan çalacağımız cihazın modeline göre çeşitlilik gösteriyor ve o kısmı Yaradan’ın işi. Hangi tondan çalacağımız yani. Tonumuz ne olursa olsun, insan denen tasarım mucizesinin evrensel dalgayı kapıp, dünyaya sunma potansiyeli her birimizde mevcut. Evet, bir kaplanın beş duyusu bizden daha üstün bir teknolojiyle donanmış olabilir ama işte bizde de dalgayı kapıp geri sunma yeteneği var.
İnsan türü diğer canlılardan burada ayrılıyor işte. İlahi ağdaki dalgaları kapabiliyor diye değil. O kadarını bütün canlılar yapabiliyor. İnsanı diğerlerinden ayrı kılan yeteneği ağdaki bilgiyi kendi ile harmanlayıp dünyaya geri sunabilmesinde. Sanatta, edebiyatta, felsefede yani.
Bu süreçte ağa açılan kanalları temiz tutmak önemli. Yediğimiz, içtiğimiz; bir gün içinde haşır neşir olduğumuz insanlar; okuduklarımız; seyrettiklerimiz, kısaca gün boyunca beş duyu organımızdan zihinlerimize akan veri yığını kanalları tıkayabilir. Kanalları temiz tutmak için insanın bağlantıya parazit yapacak şeylerden arınması; düzenli olarak kanallarını temizlemesi; yukarıdaki bilgi ağı ile bağlantısını her gün tazelemesi gerekiyor.
Temiz kanallardan hayatımıza akan ilhamdan ortaya çıkan eser, cihazın bakımını düzenli yaptığımız ve kendimizi yüksek bilgi ağına açık tuttuğumuz için bir bakıma bizim eserimiz. Ama egomuzu şişirip de böbürlenecek kadar değil. O yüce ortak ağdan dünyaya güzellik ve bilgelik akıtmak için de meslek hanemizde sanatçı, felsefeci veya edebiyatçı yazmasına gerek yok. Her insan zaten kendini ifade edebilme yetisi ile doğuyor. Çocukken uydurduğumuz her masal, parmaklarımızla çizdiğimiz her resim, kuma diktiğimiz her kale, çamurdan yaptığımız her köfte ile göklerden aldığımızı yeryüzüne veriyoruz zaten. Sonra zamanla, sırtımızın ağırlığını bir yere dayamadan, kendi omurgamızla taşıyabileceğimizi unuttuğumuz gibi, kendi ifade yeteneğimizi de unutuyoruz. Olanı izlemek yerine olması gerekenlere dertlenen aklımız, hayatlarımızdan akıp gidiyor, ziyan oluyor. Kanallar kullanılmamaktan tıkanıyor.
Ondan sonra da başlıyoruz olana şükretmek yerine, olmayanı düşlemeye.
Oysa hani o his var ya, hani düşlerin peşinde sürüklediği o his… Hani son model araba düşleyenin de, Everest’e çıktığı günü hayatının zirvesi haline getirenin de peşinde koştuğu o his…
O his işte, insanın göklerden aldığı ilhamı kendi ile harmanlayıp insanlığa sunduğu anda yüreğine yayılan his olmasın sakın?