Ela doğduğunda korkup evin yakınındaki parka kaçmıştım. Hani işte nasıl filmlerde kızlar evden kaçıyorlar, gözyaşları eşliğinde.
Kızım doğalı beş gün olmuş, biz ailece üzerine titriyoruz. Mini minnacık evimde bitmeyen bir aile toplantısı hali. Hiç sona ermiyor. Tipik bir lohusa eviyiz: sıcak, havasız, tıklım tıkış. Sekiz kişinin bir bebeğe bakması mümkünmüş gibi davranıyoruz. Ama abartımıza sekiz kişi ancak tam geliyor. Her şeyi düşünüyoruz ve her şeyi tartışıyoruz. Öyle bir üstüne titreme ki, yirmi dört saat uyumuyoruz neredeyse. Ne kadar uyudu? Ne kadar uyanık kaldı? Ne kadar sağ memeden içti, ne kadar sol memeden içti? Hepsiyle milim gıdım ilgileniyor, üzerinde konuşup endişeleniyoruz.
Ben de kütüphaneler dolusu okumuşum; bebek şu kadar uyur, bu kadar emer diye. Ela bebek ona göre davransın istiyorum. Ama uymuyor Allah uymuyor! Şimdi anlıyorum ki, sorun benim kitap okumuş olmam değil, Ela’nın aynılarını okumamış olması.
Bir ilk banyosu var, herhalde ancak Madonna konserinde bu kadar telaş olmuştur. Kimisi suya termometreyi sokup bir bilim insanı edasıyla inceliyor, kimisi küveti evin en güneş alan yerini bulup götürmeye çalışıyor, ben ise banyo ile belli bir müziği zihninde birleştirsin de o müziği duyunca hep banyo yapsın diye on günlük bebeğe “banyoya özel müzik” ayarlama telaşı içindeyim.
Dışarıdan o zamanki delilik haline bakıyorum da, “Ay verin şunu bana!” diye bebeği kendi eski halimden almak istiyorum.
Bu abuk sabuk hallere de üstelik trilyon kitap okuduktan, bu konuda seminerler, eğitimler falan aldıktan sonra giriyorum. Meşhur hikâyedeki altın semerli eşek gibiydim yani, ne eğitimine gönderirsen gönder, sonuç baki.
E ben beş gün önce, hamilelik kavanozundan Nutella yiyip televizyon seyrediyordum. Oje rengi düşünüyordum. İnsanın hayatı bu kadar mı hızlı tepetaklak olur?
İşte bu çılgınlık hali bana çok gelince oturduğumuz sitenin parkına kaçtım. Hava karanlık, gecenin bir saati, parkta kimseler yok. Ben bir köşeye sinmişim, kıpırdamadan oturuyorum. Gözlerim uykusuzluktan kapanıyor, panikten dört dönüyor, halim içler acısı.
Çok korkuyorum. Hayat böyle bir şey olabilir mi diye düşünüyorum. Evde ise dram tam tekmil devam ediyor: Bebek ağlıyor, kayınvalidemin gözleri fal taşı gibi açık. Sokağa yeğenimi göndermiş, o da gecenin karanlığında “Deniz Ablaaa, Deniz Ablaaa!” diye çığlıklar atarak beni arıyor. Küçük Emrah filmleri halt etmiş yarattığımız dramanın yanında. Ela da tahmin ediyorum bu manyaklara nasıl düştüm diye ağlıyor.
Çok üstüne gidilince sistem çöküyor işte böyle. Bir de suçluluk duygusu çekiyorum. Yani görseniz Nazi subayıyken yaptıklarımla yüzleşemiyorum zannedersiniz. O kadar inanıyorum ki Süpermen kılığında yirmi dört saat uyumadan çocuğuma bakmakla yükümlü olduğuma; o kadar mecbur hissediyorum bir de bunu defter kadar temiz ve beyaz bir kalple yapmam gerektiğine ki kendi kendimin idam mangası oluyorum. Moralimin bozukluğunu, kalbime düşen karanlığı affedemiyorum. Kimselere söyleyemiyorum.
Bir yandan anneliği kutsal bir görev olarak görüyorum. Jeanne d’Arc’ım ya ben, bebeğini herkesten ve her şeyden koruyacak kanatsız meleğim. Bir yandan şeytani hisler var kalbimde. Su almaya üşendiği için yana yana koltukta yan gelip yatmayı tercih eden kadın yirmi dört saat nöbette asker görevi yüklerse kendine ne olur? İçini karanlık basar, kalbine şeytanlar dolar. “Yaktın kendini” der bir ses. “Sen bir daha özgür olmayacaksın. Uçamayacaksın. Bağladın kendini. Bittin.”
Allahtan Ela bu kadar deliliğe rağmen büyüdü de, aile gitti. Destek oldular, çok da güzel oldular, doğru. Ama onlar gidince biz pencereleri açtık. Uyuduk. Yıkandık. Dışarı çıktık. Kış uykusundan bahara çıkmış ayının huzuru geldi üstümüze. Rahatladık.
Atlas oğlan ise, şimdi dört aylık olan bebeğim, bambaşka bir hikâye. Buda heykeli gibi mübarek. Yiyor, uyuyor, gülümsüyor. Sakin, güleç, saat yutmuş bir kuzu sanki. Çünkü Atlas’ın annesi çok daha huzurlu. Hiçbir şeyi ölçmüyor, biçmiyor. Kanatsız melek olmaya çalışmıyor. Oğlan ağlayınca geçmesini bekliyor. Bebek kucağında düşünüyor hangi ojeyi sürsem diye.
Kitaplar birer tohumsa, sakin ve salim kafa bereketli bir toprak. Eğer o kadar kitabı benim o zamanki halim olan betonarmenin üzerine atarsan; yeşermiyorlar. Ama şimdi yeşerdiler. Bebeği banyoya tek başıma, elimle ısısına bakıp koyuyorum. Ne kadar uyursa o kadar uyuyor, ne zaman acıkırsa o zaman emiyor. Bebeğimi yakınlarıma emanet edip sinemaya, arkadaşımla kahve içmeye, gece gezmeye çıkabiliyorum.
Akşam sekiz buçuk oldu mu, güzel İzmir’in güzel balkonlarına çiğdemim ve dondurmamla yayılabiliyorum. Hatta bu ikisi sağ olsun, oldukça da geniş yayılabiliyorum.
İlk kez çocuğu olan anneler, ben geçmişimi değiştiremem ama siz geleceğinizi değiştirin. Evet biliyorum, size çok büyük bir sorumluluk verildi. Evet yanlış yapmaktan çok korkuyorsunuz. Böylesine ufak, savunmasız, minicik bir şeyi bırak en iyi şekilde bakmak hayatta tutmak bile ne zor gözüküyor. Ama söz veriyorum; her şey yolunda gidecek.
Bebekler sakinlik seviyor. Evren huzur seviyor. Öğrendiklerini uygulayabilmek için biraz sükût gerekiyor. En güzeli de bu bebekleri büyütürken biraz koyuvermek gerekiyor.