Sık sık aynı rüyayı görüyorum.
Bir gece vakti iyi ışıklandırılmış, bomboş ve ıslak bir şehirlerarası yolda arabada gidiyorum. Çok gelişmiş bir karayolu sistemi. Köprülerden, viyadüklerden, birbirine bağlanan karmakarışık kavşaklardan geçiyoruz. Nadiren yanımda biri oluyor. Bir ihtimal babam. Trene, gemiye veya uçağa biniyoruz. Kaçıyoruz bir şeylerden. Bir yeri terk ediyoruz. Yolculuğun sonunda hep aynı yere varıyorum. Parke taşlı dar sokakları olan bir şehir. Rüyamda orayı çok iyi tanıyorum. Bildik sokaklarında yürüyüp, birilerinin kapılarını çalıyorum. Onca kaçışın sonunda o yerde kendimi güvende hissediyorum.
Artık bu rüyaya öyle alıştım ki, başladığında hep seyrettiğim bir dizinin yeni bölümü başlayacakmış gibi gevşiyorum. Heyecan, endişe, merak duyguları elbette zihnimden gelip geçiyor. Fakat biliyorum ki kendimi sıktığım anda rüyadan çıkacağım. Gevşedikçe rüya renkleniyor, bilmediğim bölümlerine doğru açılıyor.
O rüyadan geçtiğim gecelerin sabahında bir uyanıyorum ilham perisi omuz başımda. Sayfalar dolusu fikir ve hikâye bir pınardan şakır şakır yağıyor. Durun iki dakika, işlerimi bitireyim, epostalarıma bakayım diyecek olursam damlalar saçıldığı yerde eriyip gidiyor. Hemen bir kahveye kapağı atıp yazmaya başlarsam dökülenleri eteğimde toparlayabiliyorum.
Nereden geliyor bu güç? İlham perisini deliğinden çıkaran şey ne? O rüya ile ne ilgisi var?
Yazar Brenda Ueland’a soracak olursanız, ilham perisi tek başımıza geçirdiğimiz boş zamanlarımızdan besleniyor. Parkta veya sahilde yürüyüşe çıktığımızda, uzun yolda araba kullandığımızda, denizde yüzerken, yani bir amaca doğru koşturmadan yaptığımız işler sırasında uyanıyor. Uyanır uyanmaz deliğinden fırlamıyor ama. Biraz geriniyor, mırıldanıyor, sağa sola dönüyor. Sonra günümüzün ortasında bir anda, biz bulaşık yıkar veya ağır ağır bir tost ekmeğini çiğnerken birden penceremize tık tıklıyor.
“Hazırlıksız yakalanmamak için en iyisi” diyor Ueland, “siz her gün masanın başına geçin, o gelsin gelmesin ilham perisini bekleyin. Belki bazen bir saat boyunca pencereden dışarı bakarak saçlarınızı çekiştireceksiniz ve parmaklarınızın ucundan tek kelime bile dökülmeyecek. Olsun” diyor. “Siz yine de oturun masanın başında. Yarın yine tek başınıza bir şeyler yapın, gevşek, serbest, amaçsız olsun yaptığınız şey. Sonra yine masanın başına geçin ve bekleyin. Durun. Çay kahve için yerinizden kalkmayın. Dikkatinizi cezp edecek başka bir yerlere gitmeyin. Bekleyin. İlham perisi er ya da geç deliğinden çıkacaktır.”
***
Ben her gün öğleden sonraları bilgisayarımı alıp bir kahveye gidiyorum. İlk kahvemi ısmarladıktan sonra bir saat boyunca yerimden kalkmadan ekrana bakıyorum. Modemi de kapatıyorum ki internette kaybolmayayım. Bu aralar en sevdiğim kahve bir kitapçının içinde. Koridorlar dolusu kitabın ortasında oturup düşünüyorum. Ne çok kitap yazılmış dünyada! Etrafımda gördüğüm kadar olsa yine iyi; bunların yüz katı, bin katı kadar kitap yazılmış dünyada.
Nasıl oluyor? Nereden geliyor bu güç? Bu pınarın kaynağı nerede?
Bir diğer yazar Dorothea Brande’e göre yaratıcılık insanın tabiatında var. Yani yeteneksiz insan diye bir şey yok. Yaşamı, âlemi, kendimizi ve diğer insanları algılama biçimimiz genetik kodumuz kadar bize özel, o kadar orijinal. Yaşamın her anı içimizde izler, izlenimler bırakıyor. Bu izleminler sadece bize has. Sizden başka kimse dünyayı sizin algıladığınız gibi algılamıyor. Bunu çocukken daha iyi biliyor, daha kolay ifade edebiliyorduk. Sonra genel geçer beylik izlenimler kabuğumuzu oluşturdu ama biraz kazırsanız yine o sadece size has olan taze katmanı bulabilirsiniz.
Brande diyor ki; “Yaratıcılık, orijinal benliğimizin ifadesini insanlığın ortak tecrübe havuzuna aktarmaktır.”
Ve fakat ne kadar azımız yaratıcı gücümüz ile bağ kurabiliyoruz? Vaktimiz yok veya yeteneğimiz olmadığını düşünüyoruz. Yaratıcılık sadece sanatçılara has bir şey zannediyoruz. Oysa her birimizin dünyası ne kadar orijinal. Ben arkadaşlarımın, annemin, babamın akıl yürütme biçimlerini, hangi duygusal çemberlerden geçtiklerini ve yaşadıklarının iç dünyalarından yarattığı izlenimleri hep merak ediyorum. Bir insanı sahiden tanımak için onun hikâyesini duyabilmeliyim diye düşünüyorum.
Her birimizin bir hikâyesi var. Onu hangi aracı kullanarak anlattığınızın önemi yok. Kendinizi hiçbir aracı kullanamayacak kadar yeteneksiz mi hissediyorsunuz? Ben diyorum ki sadece yaratıcı gücünüzden bihabersiniz. Ya da cesaretiniz kırılmış. Ana babalar, okul sistemi, eleştirmenler ve eşler cesaret kırma yarışında birbirlerini sollamış olabilirler. Fark etmez. Sizin dünyaya bakışınız hâlâ size has, hâlâ orijinal. Sizden bir tane daha yok. Orijinal, değerli ve teksiniz. Dünyaya insanlık halinizi sunabilirsiniz.
Yıllar yıllar önce, Pınar Kür’ün ders verdiği bir yazı atölyesi için bir hikâye yazmıştım. Takip eden yaz o hikâye arkadaşlarımın arasında elden ele dolaştı. Okuyanların bazıları beğendi, bazıları hayal kırıklığına uğradı. Arkadaşlarımdan biri hikâyeyi “iğrenç” bulduğunu söyledi. Sesim titreyerek neresini iğrenç bulduğunu sordum. “Derinliğini” dedi. Bu yoruma öyle bozulmuştum, cesaretim öyle bir kırılmıştı ki sonraki on yıl boyunca günlüğümden başka yere yazamadım.
Sivri dilli arkadaşımın ne demek istediğini şimdi anlıyorum. Aslında o zaman da anlamıştım ve arkadaşım haklıydı. O yüzden o kadar bozulmuştum zaten. Hikâye, olması gerekeni anlatıyordu, olanı değil. Benim orijinal insanlık halimi değil, iyi hikâye böyle olur görüşümü yansıtıyordu. İnsanlığın ortak tecrübe havuzuna benden bir damla sunamıyordu. Ben yoktum çünkü orada. Genel geçer, beylik izlenimlerden oluşan kabuk vardı. Ve bu yüzden hikâye kötü idi. (iğrenç de değildi ama.)
***
O rüyayı gördüğüm gecelerde, rüyanın devamı gelince gevşiyorum dedim ya, yaratmak da öyle bir süreç. Gevşedikçe, yumuşadıkça ilham perisinin yolu açılıyor. İyi bir şey çıksın diye sıktıkça, nasıl ki rüya bitiriyor, yaratıcılık pınarı da kuruyor. Ortaya kabuk izlenimlerden oluşan bir dolu cümle çıkıyor. O cümleler hem okuyucu için sıkıcı hem de yazarı doyurmuyor.
Sanat veya edebiyat, samimiyet ve sahicilikten yoksun kaldığında gücünü yitiriyor. Bu ikiliyi birleştirdiğimizde ise, iyi bir eser çıkıyor ortaya! Bütün mistik gelenekler insanın Yaradan’ın suretinde, onun aynası olarak yaratıldığını söylerler. Bir yazıyı bitirip de arkamıza yaslandığımızda içimize yayılan o his, hani sanki dünyaya sadece bu işi yapmaya gelmişiz ve artık ardımıza bakmadan gidebiliriz hissi, zannedersem Yaradan ile bir olmanın tatmini!