Özgürlüğü kaybetmekten söz ederken nadiren kendi kendimize gönüllü olarak koyduğumuz kısıtlamaları düşünürüz. Denemekten korktuğumuz her şey, gerçekleştirilmemiş her hayalimiz, olduğumuz ve olabileceğimiz kişiyi sınırlar. Bizi mutlu edecek şeyleri yapmamıza engel olan, genellikle korku ve onun yakın kuzeni kaygıdır. Hayatımızın büyük kısmı kendimize verdiğimiz sözlerden dönmekle geçer. Yapmak için can attığımız,eğitim almak, işimizde başarı kazanmak, âşık olmak vb. şeyler herkes tarafından paylaşılan hedeflerdir. Bunları elde etmeye giden yol bilinmez de değildir; ama çoğu zaman olmak istediğimiz kişi haline gelmek için atmamız gereken adımları atmayız.
Başarısızlıklarımız için başkalarını suçlamak insanidir. Ebeveynlerimiz de bundan kendilerine düşen payı alırlar. Genelde fırsat eksikliğinden dem vururuz. Sanki hayat sınırlı sayıda biletin olduğu bir piyangoymuş gibi… Zamanın kısıtlı olması ve para kazanma mecburiyeti, eylemsizliğimizin yaygın mazeretlerindendir. Ayrıca deneyip başarısız olma korkusu da bizi felç eden bir atalete sürükleyebilir. Beklentilerimizi düşük tutmak bizi hayal kırıklığından korur.
Kapana kısılmış olduğumuzu düşünmek hoşumuza gitmez. Sonuçta burası fırsatlar diyarıdır. Etrafımız başarı imgeleriyle doludur. Kültürümüz bizi sürekli olarak, çoğunlukla da sınırlı yetenekleriyle, sıfırdan en tepeye çıkmış kişilerin hikâyeleriyle besler. Bu hikâyeler çoğu insan için umut verici olmaktan uzak olduğu gibi, bu insanlar tarafından çoğunlukla kendi yetersizliklerinin kanıtı gibi algılanır. Bu dönüşümlerin oluşumundaki bariz kolaylık da kafamızı karıştırıp hevesimizi kırar. Çoğu zaman kalıcı değişimi sağlayan şey olan yavaşlık sabırsız bir toplumda iyi karşılanmaz. O zaman isteklerimizi elde etmek için bize gereken kararlılık ve sabrı nerede bulabiliriz?
Tavsiye bolluğundan yana sıkıntı yoktur. Kitapçılar ve dergiler daha zengin, daha zayıf, daha kararlı, daha az endişeli, karşı cins için daha çekici olmaya dair tavsiyelerle doludur. O kadar ki insan kişisel gelişimden oluşan bir sefahat âleminin içinde yaşadığını sanabilir. Öte yandan konuştuğum insanlar, yani yardıma ihtiyaç duyduklarını söyleyecek kadar cesur olanlar, genellikle dün ne yapıyorlarsa bugün de onu yapmaya devam ederler. Benim işim de bu gerçeği onlara göstermek ve onlarla birlikte, davranışlarını gerçekten değiştirebilmeleri için yapılabileceklere dair bir arayışa girmektir.
Bir şeyi yapmadan önce onu hayal edebiliyor olmamız gerekir. Bu kulağa, yapması kolay bir şey gibi gelir, ama ben çoğu insanın davranışlarla hisler arasındaki bağlantıyı fark etmediğini görürüm. Bu sorundan büyük oranda modern tıbbı ve reklamcılık endüstrisini sorumlu tutuyorum. Kendimiz ve hayatımızla ilgili sevmediğimiz şeyleri çok az çabayla düzeltebileceğimize inandırıldık. Ruh halimizi olumlu etkileyen ilaçların pazarlanması, plastik cerrahi vasıtasıyla dış görünüşümüzü değiştirmek, tüketim yoluyla kendimizi geliştirmek… Bunların hepsi mutluluğun satın alınabileceği fantezisi sonucu başvurulan yöntemler. Malcolm Forbes’un ünlü sözü şöyleydi: “Paranın mutluluk satın alamayacağını düşünen kişi yanlış yerlerde alışveriş yapıyordur.”
Aslında tabii ki böyle bir düşünce sadece sinirlerimizi daha da bozmaya ve kendi yarattığımız hapishaneleri daha da sağlamlaştırmaya hizmet eder. Ben buna “piyango zihniyeti” diyorum. Umut satma kavramını kullanarak kumarı meşrulaştıranlar vardır. Kuyrukta bekleyen bu insanlar kazanma ihtimallerinin çok düşük olduğu bu oyuna para harcarken durmadan milyonlarını nasıl harcayacakları hakkında konuşurlar. Bu gerçekçi bir umut değil, bir hayaldir. Hayatını değiştirmekten bahsedip hiçbir somut adım atmayan danışanların genelde biraz üzerine giderim. Onlara, en son değişik bir şey yapmayı planladıklarında bunun gerçek bir niyeti mi yoksa sadece bir dileği mi yansıtıyor olduğunu sorarım. Bu seçeneklerden ikincisi eğlenceli ve kafa dağıtıcı olabilir, ama gerçeklikle karıştırılmamalıdır.
Dini dönüşümü bir tarafa bırakırsak, tutumlarımızın ve davranışlarımızın değişimi uzun bir süreçtir. Değişim kademeler halinde gerçekleşir. Herhangi bir hapishaneden firar hikâyesine bakın, bolca tahayyül, saatler dolusu planlama, özgürlüğe doğru çoğunlukla aylar, hatta yıllar süren yavaş bir ilerleme söz konusudur. Bunu yapan insanlara iyi gözle bakmıyor olabiliriz, ama onların sahip olduğu maharet ve kararlılık hepimiz için bir ders niteliği taşır.
Karşınıza sizden terapi isteyen biri geldiğinde, saptaması en zor olan şeylerden biri, bu kişinin değişime hazır, değişim için gerekenleri yapmaya gönüllü olup olmadığıdır. Bazı insanlar değişim dışında amaçlar güderek yardım ararlar. Şikâyeti temel kamusal söylem konumuna yükseltmiş olan bir toplumda yaşıyoruz. Medya ve mahkemeler kurbandan geçilmiyor: Çocukluktaki istismarın, başkalarının yaptığı hataların, gelişigüzel talihsizliklerin kurbanları… Özgür iradeyle seçilen davranışlar hastalık olarak sınıflandırılmaya başladı. Böylelikle hastalar acımayla karşılanıyor ve mümkünse zararları tazmin ediliyor. Bekleneceği gibi, bu insanların birçoğu karşılarında kendilerini sempatiyle dinleyecek birini bulma ve sıkıntılarını hafifletecek bir ilaç alma umuduyla psikiyatriste gidiyorlar. Pek çoğu duruşmalara sunmak ya da işe mazeret bildirmek amacıyla yazılı onay arayışında oluyor. Onların orada bulunma nedeni hayatlarını incelemeye dair o zorlu yolculuğa çıkmak, hislerinin sorumluluğunu almak, mutlu olmak için ne yapmaları gerektiğine karar verip bu gereği yerine getirmek olmuyor.
Bu ilişkide benim oynamaya hazırlandığım rolü karşımdakinin kafasında netleştirmek için ilk buluşmamızda ona aşağı yukarı şu anlama gelen bir mektubu okutup orada yazılanları anladığına dair imza attırıyorum: işyeri için mazeret raporları ya da iş koşullarını değiştirmek üzere verilen teklifler de dahil olmak üzere işyeri şikâyet mektupları, hukuki davalar, velayet çekişmeleri, engellilik tespiti vb. resmi ya da idari prosedürle ilgilenmiyorum. Eğer yukarıdaki sebeplerle tıbbi savunma arayışındaysanız başka birini bulmanız gerekecek; ben sadece terapi için buradayım.
İnsanlar düşünceleri, dilekleri ve niyetleri fiili değişimle karıştırır. Sözler ve eylem arasındaki bu ayrılık terapi sürecini gölgeler. İtirafta bulunmak insanın ruhuna iyi geliyor olabilir, fakat davranış değişiminin eşlik etmediği itiraf, havada süzülen sözcüklerden ibarettir. Bizler sözel varlıklarız, en küçük düşüncemizi bile paylaşmaktan hoşlanırız. (Telefonda konuşan birini en son dinlediğiniz zamanı hatırlıyor musunuz?) Verilen sözler bizim için son derece önemlidir.
Ne zaman insanlara istediklerini söyledikleri şeylerle, yaptıkları şeyler arasındaki tutarsızlığı göstersem -ki bunu sık sık yaparım- aldığım yanıt şaşkınlık, bazen de öfke olur; çünkü ben, niyetlerini nasıl ifade ettiklerine bakmayıp güvenilir tek iletişim şekli olan davranışa odaklanırım.
Muhtemelen insanların birbirine söylediği şeyler içinde en çok kafa karıştıranı “Seni seviyorum”dur. Bu güçlü ve güven veren mesajı duymaya can atarız. Gelgelelim bu cümle tek başına kalıyorsa ve sevecen davranışlarla devamlı surette desteklenmiyorsa genelde yalandan ibarettir ya da en iyi ihtimalle tutulma olasılığı olmayan bir söz olarak kalır.
İyi niyet cümlelerine inanmaya meyilli olduğumuz içindir ki söylediklerimiz ve yaptıklarımız arasındaki kopukluk sadece bir ikiyüzlülük değildir. Yaptığımız basitçe, hem kendimizin hem de başkalarının sözlerine fazlaca, kişiyi gerçekten tanımlayan eylemlere ise az dikkat vermektir. Kendi yapımımız olan hapishanelerin duvarları, biraz risk alma korkumuzdan, biraz da dünyanın ve insanların, en derin arzularımızı karşılayacağı inancından yapılmadır. Ne var ki avuntu veren bir illüzyona tutunmaktan vazgeçmek zor olsa da etrafımızdaki dünyayla örtüşmeyen algılar ve inançlarla mutlu bir hayat kurmak daha zordur.