Çok soğuk bir kış sabahı arabayı kafenin önüne park ettim. Beni, arabamı tanıyan çocuklar, içeride hemen amerikanomu hazırlamışlar; ben kuşandığım kat katlarımdan soyunana kadar kahvem masaya varmıştı bile. Dedim, “Bu ne lüks servis böyle.” Kafede benden başka kimsenin olmadığını o zaman fark ettim. Çocuklar sabahın altısında açmış, yedi buçukta ben ilk müşteri. Canları sıkılmış.
Bu aralar saat sekizde işbaşı yapıyorum. İşbaşı dediğim yazmaya başlamanın başı. Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Nasıl başladım hatırlamıyorum. Bilmediğim bir yerde ve hiç yaşamadığım bir zamanda geçiyor. Nasıl oldu da böyle bir yola girdi onu da anlamıyorum ya. Yazının kendi başına bir ruhu var. Biz yazarlar, o ruhun sadık hizmetkârları olarak cümleleri kurmakla yükümlüyüz. Ancak cümleleri kurarsak, yazının ruhu serbest kalıp bu âlemde vücut buluyor. En sevdiğim yazarlardan biri olan Jeffrey Eugenides’e soruyorlar, iyi bir roman nasıl yazılır diye. O da diyor ki, “Öncelikle cümle kurmayı bilmek gerek. Cümle kurmuyorsanız roman yazamazsınız. Hepimizin harika fikirleri var ama pek azımız o fikirleri cümleler yolu ile ifade etme yeteneği ve sabrına sahibiz.” Hayran olduğum bu yazar kişi, başka bir yerde de şöyle demiş: “Romanlarımı önceden hiç planlayamam. Yazarken karakterlerim ile birlikte hikâyeyi yaşarım. Ancak ondan sonra kurgunun nerelere gidebileceğini kestirebilirim.”
Ben de işte böyle tek bir cümle kurdum. Sonra bekledim, ikinci cümle kuruldu. Parmakların kendiliğinden yazı yazması öyle büyüleyici bir süreç ki sırf zevk olsun diye üçüncü bir cümle daha kurdum. Günün sonunda bir iki sayfalık bir şeyler çıkmıştı. İlk romanıma çok benziyor diye düşündüm. Ben durup durup aynı ailenin kadınlarının maceralarını yazmaya mahkumum herhalde. Moralim bozuldu. Sen iki sayfa boyunca cümle üzerine cümle kur, günün sonunda içindeki o memnuniyetsiz varlık çıksın, sana böyle desin, olacak iş mi?
SAYFA-BOLUMU
Ertesi sabah… Bir tarafta “memnuniyetsiz ben”, her zamanki gibi kollarını önünde kavuşturmuş, saldırıya hazır bekliyor, öte yanda ona karşı savaşmaktan çok bir sonraki cümlenin merakı ile hareket eden “bir başka ben” yine bilgisayar başındayız. Önceki gün yazdıklarımı okumuyorum bile. Son konan noktadan alıyoruz. Yeni bir cümle. Ha gayret. Bir tane daha. Memnuniyetsiz bir yerlere çekilmiş, sesi soluğu çıkmıyor. O cesaretle bir cümle, hatta bir paragraf daha… Derken karakterlerden biri bana hiç beklemediğim bir yerden darbeyi vuruyor. Diyor ki “İzmir’e gitmemiz gerekiyor”. “Hayırdır? Olmaz öyle şey” diyorum, “Ben İzmir’i hiç bilmem. Gel İstanbul’da kalalım.” Deniyorum da. Bir kaç sayfa daha İstanbul’u zorluyorum. Gitmiyor. Karakter ağlamaklı. “Ben İstanbullu değilim ki” diyor, “Ya benden vazgeç ya da beni İzmir’e götür. Diğer bütün karakterlerin seni İzmir’de bekliyor.”
Memnuniyetsiz ben, karakter ile aramda geçen bu konuşmayı duyunca geri çekildiği köşesinden çıkmış, taarruza hazır bekliyor. Kıs kıs gülerek, “Tamam bittin artık sen diyor. İzmir’de geçen bir roman yazamayacağın ortada. Hayatında kaç defa İzmir’e gitmişsin? Bırak bu işleri. Otur da bloglarını yaz zaten. Olmayacak duaya amin dedin, gerisini de ihmal ettin.”
Haklı galiba. Vazgeçeceğim. Zaten benim karakter sadece İzmir’e gitmek istemekle kalmıyor, bir de 20. Yüzyıl başında doğmuş, hikâyeye oradan başlamamı talep ediyor. Hay Allah. Öyle de tatlı, öyle de ilginç bir tip ki… Ama bu işin oluru yok bebeğim. Keşke başka bir yer ve zamanda karşılaşsaydık.
Tam vazgeçmiş, bildiğim zaman ve mekânlarda geçen yeni bir roman yazmaya ikna olmuşum, ilahi müdahale e-posta kutuma düşüyor.
Sevgili Defne, seni Kasım ayı roman yazma maratonuna davet ediyoruz. Sitemize üye olduktan sonra tek yapman gereken Kasım sonuna kadar romanının 50.000 (elli bin) kelimesini bitirmen.
SAYFA-BOLUMU
Hımmm, ilginç bir teklif… Kim bu maratoncular diye biraz araştırıyorum. Tabii ki Kaliforniyalı gençler. Kasım Roman Maratonu fikri 1990lı yıllarda akıllarına düşmüş. Anladığım kadarı ile sarhoş bir gecede, “Yapar mıyız? Yaparız oğlum. Bir ayda roman yazar mıyız? Yazarız oğlum. Elli bin kelimelik bir şey çıkarırız. Gönülçelen mesela elli bin kelimelik bir roman. Biz de yazar mıyız? Yazarız oğlum,” ile başlayan bir sohbetin devamında doğmuş bu maraton. Çocuklar ertesi sabah bir kafede buluşup başlamışlar ilk cümlelerini kurmaya. Sonraki gün yine bir araya gelmişler. Sonraki gün yine… Bir kaç tanesi o ikinci haftanın ortasında vazgeçmiş. Devam edenler ise ikinci haftadan sonra açılan kanallara şaşıp kalmışlar. Ay sonunda 50.000 kelimelik romanları saklandıkları yerden çıkıp vücut bulunca bu işi her sene yapmaya karar vermişler.
Ertesi yıl daha kalabalık bir grupmuş. Sonraki yıl biraz daha kalabalık… Derken 2013 yılına geldiğimizde, internetin de yardımıyla bütün dünyada 60.000 kişilik bir maraton grubu oluşmuş. Benim o vakte kadar haberim yok. Önce biraz burun kıvırdım. “Aman ne bu böyle? Çocuk muyuz?” larla başlayıp “Bir ayda 50.000 kelime yazamam ki” korkusuna doğru uzanan bir seri bahane. Hepsi “memnuniyetsiz ben”in eseri tabii.
O sırada ikinci ilahi müdahale geliyor. Benimle aynı kafeye gelip roman yazan bir adam var; ismi Gordon; siyaset bilimi profesörü. Üniversitedeki dersine gitmeden önce kafeye gelip romanını yazıyor. Yazmadığımız anlarda göz göze gelirsek, birbirimize gülümseyip, hal hatır soruyoruz. İşte o anların birinde Gordon, bana demez mi, “Kasım ayı Roman maratonundan haberin var mı?” Meğer o da katılıyormuş. Katılmak dediğim sadece söz veriyorsunuz, o kadar. Bir de her akşam sitelerine gidip o gün yazdığınız kelime sayınızı rapor ediyorsunuz. Dünya genelinde maratona katılanlara göre nereye düştüğünüzün istatistikleri geliyor.
Şimdi koskoca Gordon’un da katıldığını duyunca benim memnuniyetsiz bir huzursuzlandı. Bu arada kasımın ilk haftası dolmak üzere, katılmayı düşünüyorsam günde 1760 kelime yazmam gerektiğini söylüyor istatistikler. Moral sıfır. Karakter “İzmir, 1920’den şaşmam, beni doğduğum memlekete götürmezsen konuşmam”, diyor. Kasım ilerliyor. Ya yenileceğiz ya kazanacağız. Memnuniyetsiz ile karşılıklı öyle bir noktada duruyoruz.
SAYFA-BOLUMU
Hal bu iken bir üçüncü ses, duymaya alışık olmadığım tatlı ve şefkatli bir ses, iki uç durum arasında kaldığımızda bize bir üçüncü yol daha bulunduğunu hatırlatan o ses kulağıma fısıldayıp diyor ki: “İstersen bir başla, devamı gelmezse bırakırsın. Bu roman çıkmak istemiyorsa zaten çıkmaz.”
Bu üçüncü ses pek sık konuşmaz ama konuştuğunda hep çok bilgece şeyler söyler, hiç aklıma gelmeyen o en basit çözümü sunar. İnsanın içine su serpen o sakin dostlar gibi.
Böylece başladık: Yazının hizmetkârlığına soyunan ben, memnuniyetsiz ben, üçüncü ses ve İzmirli karakter, hep beraber daldık maratona. Benim daha ilk yüz metrede soluğum kesildi. Neyse maratoncu çocuklar sağ olsunlar, futbol koçu gibi her gün e-posta yolluyorlar.
“Ha gayret Defne. Dün yazdıklarını bugün okuma Defne. Sadece yaz, yaz, yaz. Arkana bakma, ileri marş. Mühim olan kelime sayısı. Her gün daha çok kelime. Evet, yapabilirsin, biliyoruz. Takıldıysan bak ünlü yazarımızın şu makalesini oku vs.”
“Yahu gidin başımdan” diyorum ama bir yandan da tavsiye ettikleri makaleyi okuyorum. Eugenides’in tavsiyelerini de o ara öğreniyorum işte.
Ve bu arada İzmir, Smyrna, Smirni… Sokakları, kokuları, bereketi, çan sesi, üzümleri kadınların kahkahaları ve meydanlarında çınlayan onlarca farklı lisanı ile önümde açılıyor. Ben doğmadan çok önce yerle bir olmuş, çok renkli, çok sesli bir başka dünyaya duyduğum hasret, hayal gücüm İzmir’in yangından önceki güzelim sokaklarında, köşklerinin bahçelerinde, rıhtımdaki kafelerde gezinirken biraz olsun duruluyor. Geceleri ben başımı yastığa koyuyorum, bizim Bey bana romanlar okuyor; o zamanlarda İzmir’de geçen… Hayal gücüm beslensin, zihnimin gün yüzü görmemiş köşelerindeki karakterler can bulsun diye. Onu dinlerken ben uyuya kalıyorum. Rüyalarımda İzmir, Smyrna, Smirni…
SAYFA-BOLUMU
Sabaha yeni cümleler hazır. Ben yazının hizmetkârıyım. Sabah 8’de işbaşı; 10’a kadar elleri klavyeden çekmek yok. Öğleden sonra iki saatlik yazı vardiyası daha… Günde 1760 kelime de neymiş? İki binlerin üzerindeyim artık. Memnuniyetsiz ben şaşkın. Hiç beklemezmiş benden böyle bir bereket. Eh, diyorum ben de sana uyup, durduğum yerde düşünmeye devam etseydim her gün iki bin kelimenin üzerinde yazı yazabileceğimi ben de hayatta tahmin etmezdim.
Daha kim bilir neler var kendime dair, sırf durduğum için keşfetmediğim. Artık her gün en az iki bin kelime yazıyorum. İzmirli karakterim ona güvendiğim için hayatından memnun; beni her gün yeni birileriyle tanıştırıyor.
Tıpkı yoga gibi yazı da düşüne taşına çıkmıyor. Zaten bana öyle geliyor ki hiç bir şey düşüne taşına çıkmıyor. Yazı veya bir sanat eseri ya da verilecek bir karar… Hepsi ancak biz harekete geçince saklandıkları yerden başlarını çıkarmaya başlıyor. Uzun uzun düşünüp karar vermeye, plan yapmaya, kurgulamaya kalkıştığımızda karşımıza sadece içimizdeki o memnuniyetsiz varlık çıkıyor. Maratoncuların amacı da bu zaten. Memnuniyetsiz egoya konuşma fırsatı vermeden devam etmemizi sağlamak. Çünkü ego harekette un ufak oluyor, durağanlıkta ise iyice semiriyor. Durdukça kendimize, yeteneğimize ve yapabileceklerimize dair inancımız köreliyor. Bilinmeyene doğru adım atıp onun içinde ilerlemeye başlayınca tahmin etmediğimiz kadar güçlü, yetenekli ve hatta şanslı olduğumuzu hissediyoruz. Bu da önceden yapılan planlarla, tahminlerle falan olmuyor.
Hem bakın zaman duruyor mu? Harekette bereket olduğunu bilir gibi durmadan ilerliyor…Önümüze yeni bir yıl daha serdi bile.
Durmak mı? Yoksa bilinmezliğin kuyusuna doğru ip sallandırmak mı? Atılacak adımları düşünmek mi yoksa onları atmak mı?
Bana öyle geliyor ki şahsi hikâyelerimizin ötesinde verilecek en temel karar budur.
Hepinize hareketli, bol keşifli, yaratıcılığın memnuniyetsiz seslerden bağımsızlaştığı, neşeli, sağlıklı bir yeni yıl diliyorum!