Balayımızı geçirmeye Portland’daki evimize döndük. Altı aydır kapalı kapılar ardında bizi bekleyen yuvamızı açtık, havalandırıp temizledik, kenarlarına, köşelerine can verdik. Yatağımıza temiz çarşaflar serip hiç batmayan güneşe karşı uzandık. Düğünlerin yoğunluğu, dünya etrafında dönmenin yorgunluğu, saat farkının yarattığı şaşkınlık derken kuş sesleri eşliğinde üç gün üç gece uyuduk.

Dördüncü gün kahveye gitmek üzere yataktan süzüldüm. Bisikletin zincirini yağlayıp lastiklerini şişirmek gerekti. Mevsim hâlâ ilkbahar imiş burada. Biz uyurken fark etmemişiz. Bisikletin üzerindeyken birden yağmur bastırdı. Şaşırdım. Üzerimde rüzgârlığım vardı ama başım açık, ayaklarım çıplaktı. Kahve evden otuz blok uzakta. Rüzgârlık içine su çekiyor. Eve vardığımda saçlarımdan, paçalarımdan şıpır şıpır sular damlıyordu.

Taze damat hâlâ uyuyordur belki diye usulca kapıyı araladım. Evimizi tatlı bir melodi ve kızarmış tost ekmeği kokusu sarmıştı. Islak başımı içeri sokunca sofrayı gördüm. Donanmıştı. Kanlı canlı domatesler, somon füme, avokado dilimleri, kale salatası, badem ezmesi, ev yapımı erik reçeli, hazırlanmakta olan çayın müjdecisi bardaklar… Ve benim kahvede yayılıp kitap okuyarak geçirdiğim zamanın tamamını bu şöleni hazırlamak için geçirdiği belli taze kocamın gülümseyen yüzü!

Balayındayız!

Tuhaftır ama taze kocama bakarken birden dedemi hatırladım. Aslında tuhaf değil çünkü benziyorlar. Dedemin de benzer bir hastalığı vardı. Yürümek ve elleri ile iş görmek onun için de zordu ama ağır ağır da olsa her sabah kahvaltıyı o hazırlardı.

“Her sabah mı?” diye sordu benimki. Sesinde ince bir telaş.

Dedem, nenem, annem, babam, teyzem ve Esin ile bir evde geçirdiğimiz Büyükada yazlarında ilk uyanan dedem olurdu. Uyanıp da salondan içeri kızarmış tost ekmeği kokusuna daldığımda, titreyen ellerindeki tabakları masaya düzgünce yerleştiren dedem, başını kaldırıp açık mavi gözleri ile bana güler: “Ooo küçük, erkencisin yine” derdi. Bach’ın melodileri ile tost ekmeklerini ardımda bırakarak bahçeye, salıncaklara koşardım ben. Ev halkı uyurken bütün bahçe benimdi. Salıncağın bağlı olduğu asmadan, dışı ılık, içi serin üzümler atardım ağzıma önce. Sonra asma yapraklarının arasından görünüp görünüp kaybolan gökyüzüne doğru uçmaya bırakırdım kendimi.

Dedem kahvaltı sofrasını tamamlayınca cimlastik yapardı. Yukarı çıktığımda yanına yanaşırdım ki beraber yapalım hareketleri. Açık balkon kapısından odaya dolan dut kokularını nefes ala vere çalışırdık beraber.

Çaylarımızı ben doldurdum. Omlet pişti. Sofraya yerleştik. Ekmekler kızartma makinesinde zıpladılar. Kokia’nın tabağını küçük miktardan her şey ile süslemesini izledim. Renk ve ahenk. Tabağın fotoğrafını çekesim geldi ama konuştuğum yerden kalkmaya üşendim.

Hem baktım ilgilenmiş o da, ada sabahlarının devamını bekliyor.

Biz cimlastiğimizi bitirdiğimizde ailenin diğer fertleri de uyanmış,  kahvaltı sofrasını çevrelemiş olurlardı.  Babam erken vapurla İstanbul’a işe gitmiş. O eksik. Bir de uyumayı çok seven nenem eksik.

Annem ile teyzem çaylarımızı koyar, ekmeklerimizi kızartır, tabaklarımızı hazırlarlardı. Yumurtanın sarısı Esin’in, beyazı benim. Dedem keyif çayı için yanımıza otururdu. Kahvaltının son demlerinde salonun kapısı gıcırdayarak açılır, uykulu gözleri, üzerinde sabahlığı ile nenem salona girerdi. Nenemin uykuya düşkünlüğü, bisiklete binmemeyi bilmemesi kadar tuhaf gelirdi bana.

“Nenen bisiklete binemiyor muydu?”

“Yüzme de bilmezdi! Bedenini hareket ettirmekten haz alan bir insan değildi galiba. Yemek yemeyi severdi. Bir de pişirmeyi. Annemler kahvaltı sofrasını kaldırınca mutfağa girer, öğleden sonraya kadar da pek çıkmazdı oradan.”

“Kahvaltıdan sonra bize ‘Hadi’ derdi annelerimiz.”

“Plaja!” diye heyecanla tamamladı Kokia.

“Kova kürek tırmık…”

“…Kolluk, simit, palet. “

“Biz Esin ile her gün bıkmadan usanmadan yürümemek için yalvarırdık. ‘Ne olur faytona binelim Anne… Lütfen…’  Yalvarışlarımıza çok nadir cevap gelirdi. Yörük Ali plajına doğru yaptığımız yarım saatlik yürüyüş rutinimizin parçası idi ve annemi rutinden vazgeçirmek zordu. ‘Dönüşte faytona bineriz derlerdi.’”

“Denize girmek, çıkıp da gazoz içmek, şekeri daha dudaklarda iken bir daha girmek… Annelerimizin dudakların mosmor oldu, hadi çıkın da kumda oynayın ikazlarına sonunda teslim olmak. Havlu arkasında kumları içine kaçırmamaya çalışarak mayo değiştirmek… Kumu kazıp da suya erişmek, tünellerle su kanallarını birleştirmek, sonra bir adımda hepsini çiğneyip geçmek…”

Ben mi anlatıyorum yoksa Kokia mı? Birbirimizin sözünü tamamlayarak çocukluk yazlarımızın uzun günlerini hatırlıyoruz.

“Plajdan sonra kurt gibi açız.”

“Ve nenem mutfaktan ter içinde çıkıyor.”

“Tepside cızbız köfte!”

“Yanında patates kızartması!”

“Meyve olarak da…”

“Karpuzi!”

“Yemekten sonra ise…”

“Öğle uykusu!”

“Uyumak zorunlu ama nasıl da…”

“Sıkıcı…”

“Akşamüstü olup da güneş aşağı bırakınca kendini…”

“Biz yine plaja giderdik” diyor Kokia.

“Biz mahallenin diğer çocukları gibi bisikletlerimize atlayıp sokağa çıkardık. Gül şeklinde dondurmalar satan dondurmacının iterek sürdüğü arabası sokağın başında belirdiğinde eve koşardık.  Çalışma odasında kitaplarına gömülmüş olmasına aldırmadan bağırırdık: “Dede dondurmacı geldi, bize para verir misin, Dede-Dede-Dede” diye. Bir gün mısır, diğer gün dondurma hakkımız vardı. Mısırcı ile dondurmacı bizim sokağın başında baş başa verip sohbet ederler, bir vakit sonra da arabalarını ite ite başka sokakların başka çocuklarına doğru yola çıkarlardı.”

“Ve gölgeler iyice uzamış, pedal çevirmekten, yarışmaktan, laf dalaşından bitkin düşmüşken vapur düdüğü duyulurdu.”

“Baban mı?”

“Bir tek benimki mi? Bütün sokağın babaları aynı vapurdan inerdi.  Sokağın başında belirdi mi basardım pedallara son kuvvet. Eve birlikte girerdik.
TRT’nin tiktikleri derdi ki ‘Saat yirmi. Şimdi haberler.’

“Herkes aynı anda otururdu sofraya. Haberler bağlardı büyükleri birbirine. Çocukların arkası dönük olurdu televizyona ama cama yansımasından takip edebilirdik isteseydik. Haberler zaten o zaman da çok sıkıcıydı. Ecevitdemirel-Demirelecevit-Ecevitdemirel ve sonra sadece evrenevrenevrenevren.”

“Haberlerden sonra?”

“Dallas.”

“Flamingo Yolu.”

“Şahin Tepesi.”

“Hanedan?”

“Yok, o bizde yoktu, video döneminde tanıştık onunla.”

“Karagozi ve Hacivat?”

“Çok korkardım tosladıkça onlar.”

“En sevdiğin?”

“Reklamlardı.”

“You are kidding!”

Boşalan çay bardaklarımızı tokuşturup güldük. Tabaklarımızda domates somon kırıntıları, zeytin ve avokado çekirdekleri, reçelin koyu kırmızısı… Tok karınlarımızda yüzümüze tatminkâr bir keyif dalgası yayıldı.

Aynı yıllarda denizin bir tarafında o, bir tarafında ben, o bal tadındaki ayları beraber yaşarmışız ayrı dilleri konuşarak meğerse.

Bunu keşfetmek de bizim balayımıza kısmet oldu!

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/balayi-sohbetleri/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/balayi-sohbetleri/" data-text="Balayı Sohbetleri" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/balayi-sohbetleri/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This