Yaptığım tarımın ülke genelinde uygulanmamasının tek nedeni var. Çok maliyetli… Bir domatesin doksan günlük yetişme sürecinde, tarlaya toplam on kez giriliyor. Fideleri dikiyorsunuz, sulayıp çıkıyorsunuz. Damla sulama sistemi bir hafta boyunca sürekli diplere su veriyor. Herbisit kullanmadığımız için ot doluyor her taraf. Kadınlar tekrar giriyor tarlaya. Bir yandan çapa vuruluyor, bir yandan ot sökülüyor. Bir hafta sonra bir kez daha… Bir hafta sonra bir kez daha…

Bizde tarladaki hiçbir şey atılmaz. Sökülmüş yabani otlar bile. Sökülür, tarlada bırakılır. Çünkü o yabani otlar çürüyerek domatese yeşil gübre olur. Hayvan tersi, bunlar ile desteklenir.

Hayvan tersinin ne olduğunu çiftliğe gelip tarlalara girenler iyi bilir. Evet, o pis kokan dev yığınlar… İneklerin arkasında iki günde bir biriken gübre dağları, dört ya da altı erkek tarafından traktör römorklarına doldurulur ve doğrudan ekim yapılan tarlalara iner. Kıyısına dökülür, oradan el arabası ve kürekler ile bitki diplerine gerektiği kadar bırakılır. Bu işin yevmiyesi normal işlerin tam iki katı. Helali hoş olsun. Doksan günlük süreçte en az altı kez yapılıyor. Yakıt, emek, zaman… Çok şey harcatır.

İlk domatesler belirdikten sonra hasada kadar geçen zamanda bir tek gün bile tarladan çıkamazsınız. Sararan yapraklar her gün tek tek ayıklanır. Rüzgârla gelen kara leke, mantar ve samyeli hastalıklarının görüldüğü domatesler tek tek bulunur, koparılıp imha edilir. Kimyasal ilaçlarla ayırmaktan en az yirmi kat daha maliyetli bir iş…

Tütün yaprağını acı biber, zeytinyağı ve su ile kaynatarak bir biber özütü hazırlarız. Kullandığımız tek ilaç bu. Salyangozlara ve kırmızı örümceklere çare oluyor. Ancak mantardan koruyamıyor. Her sene tarlanın yüzde yirmisini kırıp geçiyor mantar. Zayiat… Önemli bir zayiat hem de… Sineye çekiyoruz.

Bu tarımı yaparsanız, çıkan domatesi iyi bir fiyata satmak zorundasınız. Aksi halde sizi batırır. Alıcı fiyatı yüksek bulur ve ucuz domatese yönelirse, tüm üreticiler o ucuz domatesi yetiştirir. Tarlayı sürer, 1’e 10 veren GDO’lu tohumları eker, herbisiti atar, toz gübreyi sulama suyuna boca edip tarlaya yedirir, bitti.

Ot ilaçları!

Herbisitlere “ot ilacı” diyor köylüler. Diğer adıyla mezarlık ilacı… Çok kolay sulandırılır. Traktörün arkasına takılan bir aparat ile tarlaya dökülüyor. Hedef olarak kültür bitkisini değil, yabani otları seçiyor. Küsküt, üçgül, sirken, semizlik, tilki kuyruğu, çayır gibi otların köklerinde felç yaratıyor. Zehirleyip öldürüyor. Ekim öncesi, çıkış öncesi ve çıkış sonrası… Üç kez atılır toplamda, o kadar.

Sürdürülebilir tarım dedikleri şey herbisitleri öneriyor. Çevre dostu üretim dedikleri şey herbisitlerden geçilmiyor. Ekolojik tarım herbisitçi mi? Elbette. Yalnız, ithalinden olsun bir zahmet, diyor, fazlasını demiyor.  Devletin kurumları, ziraat fakülteleri, birlikler… Hepsinde karşınıza bu ilaçlar çıkıyor.

Paraquat mesela, en fazla kullanılanıdır. Paraquat zehirlenmesi gibi yan etkileri var insanlarda. Atıldığı tarlada tüm fareler ölüyor. O tarlanın mahsulünü yiyenler? Yavaş ya da hızlı… Hepsi sonuçta aynı kaderi paylaşıyor. Kanserin yaygınlaşma hızı ile tarımsal ilaçların kullanım artış hızı birbirine paralel gitti hep. Alıcıların umurunda olmazsa, üreticilerin hiç olmaz. Bol ilaçlı, GDO’lu, toz gübreli tarımı uygular geçerler.

Çuvalın masrafı on lira. Elli lira traktör yaksa, beş lira da motosikletle tarlaya gitti geldi, bir beş lira ile de iki şişe portakallı gazoz götürdü tarlaya. Hepsi bu. Toz gübre çok ucuz bir şey. O kadar ucuz ki ziraat fakülteleri bir ton suya bir bardak dökülmesini önerirken çiftçiler çuvalları tamamen boca ediyorlar sulama depolarına; bire on değil, bire yirmi almak arzusundalar çünkü.

Mantara karşı Fungusit, salyangoza karşı Mollusit, kemirgenlere karşı Rodentisit, nematotlara karşı Nematisit, akarlara karşı Akarisit…

Bir çuval ilaç her şeyi halleder.

Halletmekle kalmaz, elle çapa yapan, zayiatla karşı karşıya kalan çiftçilerin kazancına göre tam on misli ürün bırakır “modern” çiftçilere. Yanlış okumadınız. Tam on misli.

O kilosunu elli kuruştan satar, kazanır. Hem de epey kazanır. Dürüst bir çiftçi iseniz beş liradan satmak zorundasınız. İşte bunu satmak hiç kolay değil. Çarşı, pazar, market, manav… Her yer domatesi elli kuruştan, bir liradan almayı bekleyen; normal fiyatın bu olduğunu düşünen alıcılar ile doludur.

Elli kuruşluk domates isterseniz kolayca bulursunuz elbette. Ama adı üstünde, elli kuruşluk bir domates olur aldığınız. Tüketici altı üstü beş yıl kullanacağı bir otomobili satın alırken her şeyi araştırır, kıyaslar. İki sezondan fazla giymeyeceği tekstil ürünlerini alırken kalite farkının bilincinde seçim yapar. Pırlanta alırken bir kuyumcudan başka hiç kimsenin kolay kolay anlayamayacağı berraklık derecesini göz önünde tutar. Aynı tüketici, neden bilmem, gıdada hep en ucuzunu arar.

Oysa hayatınızdaki en önemli seçimdir belki de, vücudunuza giren besin maddeleri. Alerjiye yol açan, saçlarınızı döken, sizi sinirli yapan, kısırlığa sebep olan, babanızı Alzheimer, ufacık kuzeninizi otistik yapan etkenler bu tuhaf gıdalardan temel alıyor.

Herbisitlerin kullanılmadığı tek bir kıyı köşe kalmadı neredeyse. İşe “Biz bu mucizeyi daha önce nasıl keşfedemedik?” gözüyle bakan köylüler, Ege’yi ve Akdeniz’i baştan aşağı kendi elleriyle zehirlediler. Orman gülü, böğürtlen, yabani çilek, asmalık olurdu Karadeniz’deki fındık tarlaları içinde eskiden. Karadeniz sahil yolundan geçerseniz çevirin kafanızı bakın, fındıkların altı bomboş. Kızıl bir toprak… Etkisi yüzlerce yıl tam anlamıyla geçmeyecek Çernobil faciası yetmiyormuş gibi, fındık, herbisitler ile zehirleniyor şimdi de. Anneler hâlâ çocuklarına fındık yedirme peşinde… Fındık ezmeleri için milyonlarca liralık reklam kampanyaları yapılırken biri de çıkıp konuşsun istiyorum bu konular hakkında. İpek dokuz yaşında. Bir kaşık fındık ezmesi yedirmedim. Biliyorum çünkü. Korkuyorum.

Bu tatilde bir haftanızı olsun, deniz kıyısı yerine bir köyün içinde geçirin. Çocuklarınız doğayı seyretsinler, doğanın içinde olsunlar. Güzel ve rafine beslensinler. Ellerinde bisküvi paketleri, benzin istasyonlarından alınan dondurmalar olmasın. Doğanın rutinini gören çocuk, kendisi ile, dünya ile barış içinde olur. Uyum sağlar. Ölümleri, doğumları, yenilgileri, olabilecekleri, olamayacakları doğal karşılayıp kabullenir. Sağlıklı tutumlar geliştirir. Birer köy evi alın kendinize, çok para değil. Tatillerde siz de kendi köyünüze gidin, neler öğreneceğinize kendiniz de şaşacaksınız. O gün gelene kadar ben anlatacağım. Sizden de dinlemek isterim.
İpek Hanım Çiftliği’nin örnekleri çıksın, çoğalsın. İyi şeyler yapılsın, siz yapın bunu. Yaptığım şey öyle çok özellikli, yüksek zekâ, inanılmaz beceri gerektiren bir şey değil. Yaptığınız iş ne olursa olsun, bir “doğrusu” vardır. O doğruyu yapın sadece. İnatla, yılmadan, hiç pes etmeden, hiç durmadan çalışın o doğruyu yapmak için. Sonunda mutlaka başarırsınız.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/bir-cuval-ilac-her-seyi-halleder/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/bir-cuval-ilac-her-seyi-halleder/" data-text="Bir Çuval İlaç Her Şeyi Halleder" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/bir-cuval-ilac-her-seyi-halleder/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This