Babamı gömdük.

Ben eskiden hep zannederdim ki insan böyle duygusal bir travma geçirdiğinde etrafında olup bitenin farkında olmaz, bir sis perdesi kaplar her yeri. Hiç de öyle olmuyormuş. Aksine her bir an, her bir söz, her bir kucaklaşma kristal netliğinde insanın benliğine işliyormuş. Kalabalık cenazelerdeyken, merhum kişinin ailesi taziyeleri kabul ettiği sırada “Onca insanla konuşuyor, onca kişiye sarılıyor, şimdi o kalabalığa girsem beni kimse fark etmez” diye düşünürdüm ben eskiden. Hiç de öyle değilmiş.

Babamın Teşvikiye Camiinden kaldırılan cenazesi çok kalabalıktı. Yüzlerce insan gelmiş. Çocukluğumdan beri görmediğim yüzler; bir bakışta acımı anlayan gözler; daima yanımda bildiğim dostlarım; sevgili öğrencilerim ve tanımadığım yüzlerce insan. Her birinin gelip bana sarılmasını istiyorum. Sarılan her ismi zihnim sünger gibi çekiyor; sarılmaya, sarmalanmaya çok ihtiyacım var. Önümden sıra sıra insanlar geçip elimi sıkar, başsağlığı dilerlerken gözlerim sarılabileceğim birilerini arıyor. Kalabalığın arasından bir öğrencimi görürsem ona el ediyorum, gelsin de sarılayım diye, aradan sıraya alıyorum.

Bundan sonra gittiğim cenazelerde kalabalıktan beni kimse fark etmez filan demeyeceğim, ölen kişinin yakınına gidip kocaman sarılacağım.

Sonra şu sözler… Başın sağolsun, nur içinde yatsın, Allah rahmet eylesin. Allah’ım ne mühimmiş bu sözleri duymak! İnsanların ağızlarının içine bakıyorum, başın sağolsun, desinler diye. Anlamından geçtim, başka bir şeylerin sembolü oluyor o söz. Namaste gibi bir şey oluyor. Yüreğindeki acıyı kendi yüreğimden tanıyorum, filan gibi bir anlamı oluyor. En azından benim için. Ve sonra Allah rahmet eylesin. Ödüm kopuyor, elimi sıkanlardan, gelip sarılanlardan biri Allah rahmet eylesin demeyi unutacak ya da ağzına yakıştırmayacak diye. Söylesin, herkes söylesin istiyorum. Ne kadar çok ağızdan çıkar da havaya karışırsa o söz, babam daha çabuk Allah’ın rahmetine kavuşacak. Öyle mi değil mi, bilmiyorum. O sırada öyle hissediyorum.

Bundan sonra her cenazede başın sağolsun ve Allah rahmet eylesin’leri cömertçe telaffuz edeceğim.

Sonra mezarlığa gittik. Babam gömülecek. Babam değil ya o, babamın bedeni. Babam gitti, kim bilir nerede? Nereye gittiği insanevladının en katmerli esrarı. Ne bilim, ne din, ne de ermişler verebilir sorumun cevabını. Biz canlılara da zaten bilmemek düşer. Bilsek denge bozulur. Babam şimdi nerede? Bilmiyorum. Mezarı kazmışlar. Tabutu yaklaştırıyorlar. “Oğlu girsin” diyor kalabalıktan biri. Ben önümdeki adamlara omuz atarak mezarın kenarına kadar geliyorum. İstemiyorlar yaklaşmamı. Biliyorum, kadın kısmı yaklaşmaz. Ben görmek, o ölü bedene yakından bakmak istiyorum. Toprağın altına gömülenin babam olmadığını gözlerimle görmem gerek. Babam toprağın altına girmek hiç istemezdi. “Yakın beni” derdi. “Küllerimi Bodrum’dan, Boğaz’dan denize saçın.” O beden sen değilsin ki, Baba. Biz de yakamadık o bedeni zaten. Gelenekselden şaşamadık. Kendi adıma konuşayım en azından, benim o geleneksele ihtiyacım vardı. Allah rahmet eylesin’leri duymaya, temiz yüzlü duru sesli imamın yanında durup dua etmeye, sonra ziyaret edeceğim bir mezar taşına…

Neyse, dedim ya sen değilsin ki o beden Baba. Gittim mezarın dibine kadar baktım. Beyaz kefene sarmışlar. Ayak bilekleriyle başının tepesinden büzgülü beyaz bir torba. İnsanla alakası yok. Babamla da alakası yok. Tabuttan yavaş yavaş kazdıkları mezara indirecekler. Bir karmaşa. Her kafadan bir ses çıkıyor. “Oğlu girsin” diyor birisi. Selim’i öne itiyorlar. Selim, canım benim, hâlâ çocuk gibi güzel bir genç adam. Çok genç, çok hazırlıksız. Ben girsem diye düşünüyorum mezara. Selim girmesin, ben gireyim. Selim daha çok küçük. Selim inmiş o arada.

Babacığım, o sırada bizi gördün mü bilmiyorum, gülebileceğin bir yerdeysen gülmüşsündür inşallah. Kuzenlerimiz de atladılar mezardan içeri. O cansız gövdenin etrafında bir itiş kakış, bir kargaşa. Ben bu kuzenleri tanımıyorum. İkinci göbekmiş. İki kardeş. İkisi de çok iyi niyetli. İkisi de mezarın içinde olmak istiyorlar, “Sen çık ben kalayım” diyor biri, “Hayır sen çık ben kalayım” diyor diğeri. Senin terk ettiğin dünyevi bedeninin ayakucunda bunlar itişiyor, baş ucunda Selim duruyor. Ben bir kez daha o kuzenlerin ikisini de mezardan çıkarıp kendim atlamak istiyorum. Temiz yüzlü, duru sesli imamdan çekindiğim için yapmıyorum. Selim başucunda, ben ayakucunda durup yerleştirsek o bedeni daha iyi olurdu sanki. Bir de dokunurdum, o cansız şeyin sen olmadığını iyice anlardım. Neyse, sonra Selim’e sordum. Dedim “Babam gibi miydi dokunduğun beden?” Alakası yokmuş, kaskatı ve şişmiş bir kere. Sen yumuşak ve sıcaktın, incecik ayak bileklerin yağlı vidalar gibi ekleminde dönerdi. Elektriği kesilmiş o beden sen değilsin belli. Peki ayak bileklerini döndüren elektrik, o nereye gitti? Kaynağına herhalde.

İmamın sesi çok güzel. Güneş çok sıcak. Ben onun yanında ellerimi açtım, o okudu ben dua ettim. Hiç ağlamadım. Kendimi tuttuğumdan değil, içimden gelmedi. Bu dünyanın acıları, hakikati bilmediğimiz için, derler ya, o anda bir anlar gibi oldum. Babamın gittiği yeri bilmediğime göre onun için ağlayamazdım. Kendim için ağlamak da o anda içimden gelmedi.

Akşam evde dua oldu. Nasıl sevindim! Herkes gelsin istedim. İstemişim yani. Dua başlayınca fark ettim. Keşke insanlara “Gelin, muhakkak gelin” deseydim. Sordular çünkü, bize ihtiyacın var mı, akşam eve gelelim mi? “Nasıl isterseniz” dedim, “yol uzun, zahmet etmeyin” dedim. Gittiğim bir cenazede bana birisi bu sözleri söylerse, dinlemeyeceğim. Ne olursa olsun, akşam o eve gideceğim. Dua varsa da yoksa da. Bizim bahçeye masalar kurmuşlar, her masada akrabalar, dostlar oturuyor. Ben çölde susuz kalmış gibi, daha çok insan gelsin istiyorum. Yine aynı şey. Ne kadar çok insan beraber dua edersek babamın ruhu o kadar çabuk huzura erecek.

O ara babamın ruhu huzura eremiyor derdindeyim. Gözüm kapıda, benim arkadaşlarımdan gelenler olunca çok seviniyorum. Bizim masa kalabalıklaşıyor. Kimse ağlamıyor diye de mutluyum. Sakin sakin uğurlayalım babamı. Dua başlarken yerleşiyorum, ben hareketsiz durursam, dinginlik etrafıma da yayılacak. Bunu derslerden biliyorum. İşe yarıyor yine. Hepimiz bırakıyoruz kendimizi duaya. Yine aynı imam, temiz yüzlü, duru sesli. Yasin okuyor. Yasin okunurken ne niyet edersek olurmuş. Babama huzur, bizlere hakikat ile hayali ayırt etme gücü versin diye Allah’a dua ediyorum. Yasin’den sonra keşke ilahiler de söylese temiz yüzlü imamımız diye düşünüyorum. Hep beraber ilahi söylemeye çok ihtiyacım var. Kısacık bir ilahi söylüyoruz. Yanımda Aylin’in sesini duyuyorum. Bütün ilahileri melodisi ile biliyor. Aylin’in yanımdaki varlığı bana çok iyi geliyor. Babamın kırkı geldiğinde Aylin ilahiler söyler, bize de söyletir diye düşünüp rahatlıyorum.

Duadan sonra yemek yiyoruz, rahatız, gülüyoruz. Hayat devam ediyor, ettiği yere kadar işte. Hayal ile hakikati ayırt edebilmek… Ne iyi olurdu! Şimdilik hayali hayat sanarak yola devam.

Sonraki günler bilgisayara ve telefonuma yapışmış olarak yaşıyorum. Gelen her mesaja, Facebook’taki, blogdaki, posta kutumdaki her bir nota, yoruma yine çölde su bulmuş gibi saldırıyorum. Yetmiyor. Daha çok, daha çok mesajlar gelsin istiyorum. Telefonum durmadan çalıyor. Açacak, konuşacak gücüm yok ama yine de çalsın istiyorum. Dostların isimleri yansın, sönsün ekranda. Mesajlar yağsın. Bloğumu bütün dünya okusun.

Öyle bir haldeyim.

Bir dostumun yakını ölürse eğer, mesajlara boğacağım onu bundan sonra…

Ve ne çok insanın yakını ölmüş. Haberim bile yokmuş. Ne çok babalar ölmüş etrafımda. Ne çok analar, kardeşler, evlatlar ölmüş dostlarımın, öğrencilerimin, okurlarımın ailelerinde. Hepsini duymak istiyorum. Ölümsüz hane yokmuş meğer, herkes bana hikâyesini anlatsın istiyorum.

Senin baban nasıl öldü? Kaç yaşındaydın? Ne hissettin? Anlatın bana. Bu acının bana has olmadığını tekrar tekrar duyayım sizlerden. Köksüzlük diyorlar, öksüzlük diyorlar; onu daha çok hissedeceksin, çok şeyler öğreneceksin, bu da sana yepyeni şeyler armağan edecek, diyorlar. Biliyorlar. Babalarını kaybetmiş evlatlar yazıyor bunları bana.

Ama bir yandan ben de biliyorum, onlar da biliyor, acım sadece bana has. Acımda yalnızım. Benim babam, benim babam çünkü. Kaybettiğim bağın eşi benzeri yok. İkimiz arasındaki bağ kendine has, biricik ve eşsizdi. O bağın eksikliğini hissedişimde yapayalnızım. Her birimiz orada yapayalnızız.

O yüzden gece olunca tek başıma kalmak istiyorum. Karanlık odamda sırtüstü yatmak ve o yalnız yerde salınmak. Ancak oradayken ağlamak.

Hayatımda ilk defa bir temel taşı kaybediyorum. Çok sevdiğim babaannem, dedem, nenem, koca halam da öldüler. Ama onlar ben doğduğumda yaşlıydılar, zaten geçici gözüyle bakmışım onlara. Çok sevdiğim bir teyzem öldü. Ve birkaç yakın dostum. Yüreğim yandı her bir cenazede. Hayat onlarsız biraz eksik, biraz aksak devam edip rayına girdi sonra.

Şimdi Portland’da her zamanki kahvemdeyim. Albina Press. Sabah erken her zaman yaptığım şeyleri yaptım. Kendi yogam, sonra ders, sonra kahve ve yazı. Şeyler aynı ama hayat değil. O yüzden alışmaya çalışmıyorum. Çünkü biliyorum hayat eski rayına girmeyecek. Hayat makas attı. Alışmak değil, yeniden başlamak lazım. Yeni bir hayata. Temiz ve taze. Daha yumuşak belki, daha anlayışlı. İnsanlara ne kadar çok ihtiyacım olduğunu daha iyi bilerek.

Daha çok severek…

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/cenazeden-kalanlar/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/cenazeden-kalanlar/" data-text="Cenazeden Kalanlar" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/cenazeden-kalanlar/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This