Of! Nasıl bir aydı bu başımızdan geçen böyle!

Heyecandan korkuya, gururdan öfkeye, neşeden kedere, kahkahadan gözyaşına (duygusal ve bibersel) savrulduğum Haziran 2013’ün son demlerinde ilk defa bu sabah içimde bir akşamdan kalma hissiyle uyandım. Hani sanki dün gece çok içmişim, çok gülmüşüm, yerlere düşüp yolumu kaybetmişim, sonunda bir şekilde yatağımı bulmuşum… Öyle bir haldeyim.

Son otuz gündür elim telefonuma yapışmıştı. Bugün aynı el telefona gitmiyor bir türlü. Son haftalarda yogadan, kahveden çok zaman önce, daha gözlerim tam açılmamışken sosyal medyayı parmak yordamıyla bulan o el bu sabah bir çekingen. Üstelemiyorum. Az biraz anlıyorum onu. İnsan evladı tabiatı gereği bir yandan aidiyet (bütüne) hasreti ile yanıp tutuşurken diğer yandan da bütünün içindeki eşsiz varlığını pekiştirmek üzere tek başına kalmak ihtiyacını duyuyor.

Dostlarımın, ailemin, akrabalarımın çoğu gibi ben de Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçecek olan Haziran 2013’ün çoğunu Gezi Parkı’nda, Taksim Meydanı’nda veya meydana açılan sokaklarda geçirdim. Bir dolu genç insanla tanıştım, çadır önü sohbetlerine katıldım. İzah edilemeyeni mizah ettikçe hem katıla katıla güldüm hem de zekâlarına hayran kaldım. Bir öğleden sonra, tam metroya binip eve dönecekken Taksim Meydanı’nda duran adamların arasına karıştım, #durankadın oldum.  Evde kaldığım akşamlarda sosyal medyada gezinmekten gözlerim şaşı oldu. Çok yazdım. Gezi direnişinin lehinde ve aleyhinde yazılan hemen her şeyi okudum. Yabancı gazetelerle, radyolarla röportaj yaptım. Az yedim, çok koşturdum. Hiç alışveriş etmedim. Bir damla içki içmediğim halde sokaklarda coşkudan sarhoş dolaştım. Gördüğüm sevgi ve dayanışmadan yüreğim kabardı, gözlerimden taştı, gözlerim yüzüme sığmaz oldu.

Geçen ay âşık oldum. Ülkemin insanlarına. Ya da ülkeyi filan da boş verin. İnsana âşık oldum. İnsan denen tasarım mucizesinin yarattığı için de tanrıya. Öyle âşık âşık dolaştım gaz kokan ara sokaklarda.

Herkes “Şimdi ne olacak?” diye soruyor. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyoruz ki doğru. Sosyolog merceğinden bakıp durumu ve geleceği aşağı yukarı görebiliyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar geçen zamanda dünyanın çok farklı coğrafyasında benzer dinamikleri içeren toplumsal patlamalar oldu, oluyor, olacak. Bu hareketler, toplumsal ve siyasal alanlarda köklü dönüşümlere analık etti. Gezi Parkı direnişinin meyvelerini de toplumsal, siyasal, kültürel ve hatta bireysel hayatlarımızda toplayacağız yavaş yavaş. Orası kesin. Şimdi burada sosyolojik analize girmeye hiç niyetim yok. Enfes analizler keskin kalemlerin ucundan şakır şakır damlıyor zaten bu aralar. Hepimizin yaratıcı kanalları açıldı bu Gezi sürecinde. Birbirinden iyi yazılar çıkıyor sağda solda, her yerde.

Ben, madem sosyoloji kariyerimi yoga uğruna terk etmişim, o halde Gezi Parkı olaylarına sosyolojik açıdan değil de yogik bir yerden bakayım.

Gezi Parkında bize neler oldu?

Evet çok şeyler yazıldı, çizildi. Apolitik ama fırlama 90’lar gençliğinin peşinden biz vicdanı hür vatandaşlar ülkenin iki lokma yeşilinin dönüm dönüm satılmasından, hayatlarımızı yüksük kadar bir alana sıkıştıracak olan yasa ve düzenlemelerden, youtube’un, blogger’ın her altı ayda bir mahkeme kararınca kapatılmasından, THY hosteslerinin ruj rengine bile devletin karar vermesinden, çocuklara tecavüz edenlerin salıverilip durmasından, komşu sınırında dönen pis savaştan yarım yamalak haberdar olmaktan, patlayan bombaların ardından hâlâ yirmi dört aya varan taksit olanakları ile bizi alışveriş etmeye zorlayan reklamlardan bunalıp sokaklara döküldük. Meğer hepimiz bu anı bekliyormuşuz. Gezi Parkı için nöbet tutan gençlerin hareketi çöldeki vaha gibi belirdi hayatlarımızda. Hepimiz elimizdekini oracıkta bırakıp vahaya koştuk. Gazı yedikçe daha da “gaza geldik.”

Hikâyenin bu kısmını hepimiz az çok biliyoruz.

Bana sorarsanız orada bize başka bir şey daha oldu. Çok kabaca ve dilbilgisi kurallarını hoyratça yıkarak ifade etmek gerekirse, Gezi Parkı’nda bize yoga oldu.

Ne mi demek bu şimdi? Mizah edemeyeceğim için izah edeyim:

Sanskrit kökenli bir sözcük olan yoga bütünlük, birlik anlamına gelir. Bedenin, nefesin, zihnin, benliğin birliğidir yoga.  Yaradan ile yaratılanın bütünleşmesi, insanın kendi özü ile birleşmesi, diğerinde Yaradan’ı görmesi… Yoga bu insanlık hallerinin tamamını kapsar. En genel anlamıyla yoga insanın bir bütünün parçası olduğu gerçeğine gözlerini açmasıdır.

Bu gerçeğe gözlerimizi açmak özellikle yaşadığımız şu çağda çok önemli. Son yüzyılda hızla değişen iş ve özel hayat biçimleri insanı tarih boyunca eşi benzeri görülmemiş bir yalnızlığa sürükledi. Borç ödemek için büyük şirketlere gençliğini satan insan evladı, ışık hızıyla doğadan, aileden, cemaatten ve maneviyattan soyutlandı. Gökyüzündeki yıldızları bile görmesini engelleyen şehir ışıklarının altında kendini ufacık, zavallı ve tek başına bir varlık olarak görmeye başladı. Zaten o şirketlerdeki geleceğini garantilemek adına yedi yaşından beri bir sınavdan diğerine koşturarak çocukluğunu, ergenliğini feda etmişti. Hayat bir hayaldi.  Belki biraz hafta sonlarında, bir parça yılık izinlerde ve kim bilir belki bu işten istifa edilecek bir cesur gelecekte gerçekleşecek olan bir hayal. Onu zaten kimse anlamıyordu. Bir sonraki iphone’un piyasaya sürüleceği günü bekleyen insanlar hallerinden memnun gözüküyorlardı. O da Apple dükkânının önünde sıraya girenlere katıldı.

Zirvesi gökleri delen Himalayaların uzak mağaralarından dünyaya inen yoga, yirmi birinci yüzyılın yalnız insanı için gökte ararken yerde bulduğu bir nimet, hayatı bir hayal değil, hemen şimdi, şu anda yaşatmaya yarayan mucizevi bir araçtı. «Belim ağrıyor» ya da «Sıkı popom olsun» gibi dünyevi sebeplerle yogaya başlayanlar bile hareketlerin tasarımından bedene sızan enerjisi sayesinde kısa sürede yeni bir gerçekliğin gözlerinin önünde açıldığını fark ettiler. Yalnızlık hissi, alışverişe, yemek yemeye karşı duyulan oburluk, kronik şikâyetler kişi kendi ve diğerleri ile yeniden bağ kurdukça azalmaya yüz tuttu. İnsanların yirmi birinci yüzyıl yalnızlığında akın akın yoga derslerine koşmaları kısacık bir süre için bile olsa bütüne aidiyeti hissetmek içindi.

Biz de Gezi’de bütünlüğü hissettik. Bağ kurduk. Hiç tanımadığımız insanlarla ve kendimizle. Yalnız olmadığımızı bildik. Yüz binlerce yıldızın altında hep beraber yatarken yüreğimiz bütün insanlıkla beraber attı. Orantısız zekâdan doğan esprilere gülerken insan denen tasarım mucizesini yarattığı için Tanrı’ya şükrettik. Gezi’de biz yogadan sarhoş olduk. O sarhoşlukta herkesi sevmek çok kolaydı. Düşenin elinden tutmak, tanımadığın birisini kurtarmak için gaz bulutunun içine dalmak, evinin kapısını yaralılara açmak, kazan kazan yemek yapıp bedavaya dağıtmak, bütüne aidiyeti kanında, canında hissederken kolaydı.

İnsanın doğasında vardır bu hal. Yoga kafası derim ben buna. Beyin öyle bir kimyasal salgılar ki herkes kardeş görünür gözünüze. İnsan mucizevi bir tasarım. Sonsuz nefrete kadir olduğu gibi sonsuz merhamet de aynı cinsin yüreğinden, beyninden çevresine yayılıyor. Merhameti tetikleyen «yoga kafasını» yoga yapmayana anlatamazsınız. Anlayamaz. Dediğim gibi basit bir beyin fonksiyonudur çünkü. Ya vardır ya yoktur. Anlamasını beklemek haksızlıktır.

Biz de Gezi olayları sırasında bir yoga seansındaki gibi büyük bir bütüne ait olduğumuzu hatırladık. Tek başımıza da olsak bize kol kanat gerecek güzel insanların bu dünyada yaşadığını öğrendik. Farkında olmasak da örümcek ağından ince ağlarla birbirimize bağlı olduğumuzu kavradık. Dünyaya açılan penceremizin panjurlarını sonuna kadar açıp manzaranın enginliğine hayran olduk. Herkesin iyi kötü bir hikâyesi olduğunu, merakla dinlersek kabul edebileceğimizi hissettik.

İşte bize Gezi’de böyle bir yoga oldu. Yoga’nın beyinde nasıl bir kimyasal hal yarattığını yoga kitapları okuyarak hissedemeyeceğiniz gibi, Gezi’yi de sokaklara dökülmeden, parkları doldurmadan, gençlerin gözlerinin içine samimiyetle bakmadan anlayamazsınız. Ezber bozuldu çünkü. Bildiğimiz ezber kalıplarının penceresinden anlaşılacak bir hareket değil dışarıdaki. Bir anlayış atlaması yaşandı.  Eski kafalar «upgrade» edilmezse bu yeni kafa hiç anlaşılamayacak. Eski beyinlere yeni işletim sistemleri yüklenmedikçe gruplar arasında diyalog kurulamayacak.

Sonra park darmaduman edildi. Biz Bey ile oradaydık o akşam. Faciayı yaşamak, güzelliğin yarım saatte nefret tarafından yok edilebileceğine hep beraber tanıklık etmek bizi birbirimize iyice yakınlaştırdı. Aramızdaki birlik ve aidiyet hissi perçinlendi. Sonrasında artık yan yana çadırlarda uyumasak bile beraberdik. Bunu yüreğimizin bir kenarına yazdık. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, bunu da bildik.

Esas iş şimdi başlıyor, hepimiz farkındayız.

Hocalarımız bize yogada hep şunu hatırlatırlar: Mat üzerinde yaptığınız çalışma hayatınızın aynasıdır. Hayatta sizi zorlayan şeyler yoga matı üzerinde de sizi bulur. Yoga sırasında zorlandığınız noktalarda alışkanlık tepkinizi vermek yerine, yeni bir şey denerseniz bu tecrübe hayata da yansır. Kaçmak yerine kalmak, öfkelenmek yerine gözlemlemek, oflayıp puflamak yerine nefes almak alıştığımız yolların kırılıp yerine tazelerinin gelmesini sağlar. Kişiyi daha mutlu ve özgür kılacak olan dönüşüm de burada başlar.

Gezi Parkı bir büyük bir yoga matıydı. Dilek Kökter Kuraldışı derginin geçen ayki sayısında  pek yerinde bir gözlem yapmış ve Gezi Parkı için «bireysel gelişimin gerçek merkezi» demişti.  Evet, orada alışkanlıklarımızı kırdık. Yeni bir şeyler denedik. Yenideki tazeliği, özgürlüğü tattık.

Şimdi yogayı hayata taşıma vakti. Grupça değil, tek başımıza. Bütüne aidiyetimizi unutmadan, pencerenin daralmasına izin vermeden daha mutlu ve özgür insanlar olma yolunda çalışma zamanı şimdi… Yüreğimizde aidiyet hissinin alevi taze iken her birimize düşen görev o bütünü tamamlayan eşsiz varlığımızı gerçekleştirmek, yaşamak ve ifade etmek.

Dünya bizimle daha iyi bir yer!

Namaste!

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/gezide-bize-yoga-oldu/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/gezide-bize-yoga-oldu/" data-text="Gezi&#8217;de Bize Yoga Oldu" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/gezide-bize-yoga-oldu/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This