Güvenmek bize bilinçsiz korkularımızı ve geçmişte birine güvenip de kandırıldığımız, elden düşme anılarımızı anımsatabilir. Yediğimiz kazıklar ve uğradığımız ihanetler yüzünden güvenmeyi ve başkaları tarafından incitilmeyi birbiriyle bağdaştırırız. Şu anda hissettiğimiz bilinçli güven geçmişin bilinçsiz bağdaştırmalarını da beraberinde getirir. Üstelik şimdi bunları gerçek gibi hissederiz. Bu, özellikle de birine yeni âşık olduğumuzda, sahip olabileceğimiz oldukça önemli bir psikolojik bilgidir. Niçin kaygılandığımızı merak ederiz. Bu basit bir etki ve tepki durumu olabilir. Güvenmek, bunun geçmişte nasıl da acı çekmemize sebep olduğuyla ilgili hatıralarımızı tetikleyen etkidir. Yeni deneyim eski örüntüyü anımsatır. Güvenimizin hiçe sayıldığı geçmiş deneyimler bizde travma sonrası izler bırakır. Şu anda bize köstek olan güven deneyimimizden ziyade ona verdiğimiz donup kalma tepkisidir. Zaman durur ve geçmiş şimdiyi sekteye uğratır.

Travma terapisi, yaşamımızın başında maruz kaldığımız istismardan kaynaklanan stres tepkimizin üstesinden gelmek için bedenimizin nasıl bir kaynak olabileceğini gösteriyor. Bunu, yaşamış olduğumuz gerçekleri küçümseyerek değil, onlarla kurduğumuz ilişkiyi yeniden şekillendirerek gerçekleştiririz. Hayat öykümüzü yeni baştan yazamayız ama beynimizi yeniden yapılandırabiliriz. Bunu bütün anılarımızı güvenme yeteneğimizi hasara uğratabilen duygusal yükten arındırıp bozulmamış hale getirerek gerçekleştirebiliriz ancak. Bu gibi hasarlar yetişkinler arasındaki ilişkilerde yakınlık, bağlanma ve özellikle de güvenme korkusu olarak gösterir kendini. Travma üzerine eğilen terapi anlatımlarımızı bütünlememize yardımcı olabilir, böylece artık bu korkularla hareket etmeyiz. Üstelik istismar öykümüz sevginin beş öğesiyle sarmalandığında kısıtlayıcı bir korku olmaktan çıkıp -Emily Dickinson’ın “hemen hemen huzur” olarak adlandırdığı- neredeyse dosdoğru bir olguya dönüşür. Böylece hakkımızdaki görüşlerimiz değişir. Kendimizi artık bir kurban olarak değil, şarapnel yarası almış bir fatih olarak görürüz. Öykümüz göz önüne alındığında, bu hiç de fena bir başlık sayılmaz.

O kadar hassasız ki, yaşamımızın ilk dönemlerinde karşılaştığımız sıradan bir reddedilme ve kandırılma bile bizim için travmatik hale gelip yaşam dolu özgüvenimizi kırabilir. Çektiğimiz acıyla duygusal kaynaklar olmadan baş etmenin tek yolu, onu bilinçaltına itmektir. Böylece daha sonra birine güvendiğimiz anda şartlı bir tepki kendini gösterir. Geçmiş deneyimlerimize dayanarak korkmaya hatta şüphe etmeye başlarız. Oysa muhtemelen bunlar şu anki gerçeklikle ilgili hiçbir temele dayanmaz. Şüphemizin tehlikeye yönelik sezgilerimizden kaynaklandığını düşünürüz ama bu, geçmişin şimdide tekrarlanmasından başka bir şey değildir aslında. İçinde sızıları arşivlediğimiz “Başkalarına Güvenmek” adlı bir dosya açarız. Bu dosya, birisiyle denenmiş ve doğruluğu onaylanmış, uzun soluklu bir güven ilişkisi kurana dek kapanmaz.

Bu özellikle risklidir. Çünkü ne kadar umut vaat ederse etsin, her yeni ilişki beraberinde yan ürünler, andıçlar ve geçmişten kalan bakiyeler getirir. Bilinçaltı güdümüz daima geçmişimizi tamamlamaya ve güvenebileceğimiz birini bularak geçmişimizi iyileştirmeye yöneliktir. Zihnimizin bilinçli yanı öykümüzü ileriye doğru sürdürecek devamlılık arayışındadır. Fakat bilinçaltımız bu işi bizim adımıza çözmek için kiralanmış yeni karakterlerle bu öyküyü yeniden çeker. Bu, geçmişin bugüne aktarımıdır.

Çocukluğumuzun geçtiği ev ortamının sağlıklı olmadığını fark edip bu ortamdan uzaklaşmanın sağlıklı bir yolunu bulduğumuzda, şu anda bundan etkilenme olasılığımız da azalır. Gelgelelim, ailemizin duygusal yaşamında ne kadar kapana kısılırsak, geçmiş de yakamıza o kadar sıkı yapışır. Örneğin, çocukluğunda Concetta’nın ebeveyni dram ve bağımlılığın pençesine düşmüştü. Çocuk aklıyla onlara bakmak zorunda olduğunu düşünüyordu. Üstelik ebeveyni de uygunsuz bir biçimde ondan bunu bekliyordu. Concetta onları düzeltemediği için hayal kırıklığına uğramış veya suçluluk hissetmiş olabilir.

Çocukluk dönemindeki koşullanmadan ötürü Concetta’nın zihni başkalarına destek olmakla hayal kırıklığına uğramak arasında bir bağlantı kurmuş. Dolayısıyla şimdi bağlanmaktan korkuyor. Her ne kadar ebeveyniyle eski bağını koparmış ve artık kendisini kullanmalarına izin vermiyor olsa da, geçmişi Concetta’nın içine öylesine işlemiş ki, herhangi bir yetişkine güvenme yeteneğine hâlâ gölge düşürüyor. Mantıklı yanı iyi bir eşi olduğunu söylese de kuşkuları bir türlü dinmiyor. Concetta bu şüphelerinde haklı olduğunu düşünebilir. Oysa bu onun bağlanma korkusundan kaynaklanan bir durum. Concetta’nın zamanında ebeveynine göstermiş olduğu güvenilirlik yüzünden şimdi güvenilirliği algılamaktan aciz hale gelmiş olması ne kadar ironik.

Üstelik anne ve babası birbirlerini sürekli aldattığı için Concetta bir ilişkinin yürüyebileceğine dair ümidini tümüyle yitirmiş. İçini kemirip duran endişelerden biri de bu. Bedenindeki her hücrede kayıtları bulunan anılar kırmızı bayrak sallamayı sürdürüyor. Concetta’nın yetişkinlere özgü bir ilişki yürütebilmeye hazır hale gelmesini sağlayabilecek tek şey, geçmişinin yasını tutarak ondan kurtulmasıdır.

Bu aslında ilişkilerde yaşanan sorunların nasıl da çoğunlukla bireysel çalışma gerektiren kişisel sorunlardan kaynaklandığına dair bir örnek. Bu tür bir çalışma Concetta’nın geçmişte bağlılıkla kurduğu yanlış bağlardan kurtulmasına yardımcı olur. Böylece yeni bir bağ kurabilir ve belki de hayatında ilk kez sarınıldığını hissedebilir.

Aktarım, yetişkinlere özgü bir ilişkide çocukluk dönemine ait meselelerin tetiklenmesi durumunu ifade etmek için kullanılan psikolojik bir terimdir. Geçmişte yaşamımızda yer alan birine yönelik duygularımızı, şu anda yaşamımızda bulunan birine aktarırız. Bu nedenle eşimiz ne zaman bize kızıp sesini yükseltecek olsa derhal babamızın çocukluğumuzda bize bağırıp çağırdığı ve şiddete başvurduğu zaman hissettiğimiz, elimizi kolumuzu bağlayan o korkunun aynısını duyarız. Sesin yükselmesi kızgınlığın doğal bir parçası olduğuna göre, bu ille de ilişkiyle değil, aksine bizzat bizimle ilgili bir sorundur.

Aktarım üzerinde çalışırken üç evreden geçtiğimizi fark edebiliriz: Başta kendimizi bunalmış ve şaşkına dönmüş hissederiz. Stresimiz ya da duygusal yükümüz uzun sürelidir. Geçmişimizden kaynaklanan acıyı ele alıp üzerinde çalıştıkça ikinci evreye gireriz: Aynı yoğun tepkiyi veririz ancak bu kez raf ömrü daha kısadır. Üçüncü evrede bir şeyleri çözüme ulaştırdığımızı biliriz. Duygu yoğunluğumuz diğer evrelere nazaran yok denecek kadar azdır. Üstelik kalıcı sonuçları da yoktur. Çocukluğumuzda yaşadığımız olayların üstümüzdeki baskısı hafiflediği için artık dengemizi neredeyse anında kurabiliriz. İlişkilerde daha esnek hale geldiğimiz için kendimizden daha emin oluruz.

Birisine aktarım yüzünden güven duyabiliriz. Bu durum, birisinin bizde geçmişte hissettiğimiz güven ve emniyet duygusunu uyandırmasıyla gerçekleşir. Hâlâ gereksinim duyduğumuz eski ve tanıdık ailevi avuntu hissi baş gösterdiğinde, bunu doğru kişiyi bulduğumuza dair bir işaret olarak yorumlayabiliriz. Bunu aramızdaki kimya uyumu bile zannedebiliriz. Geçmişle olan bağlantımızı açıklığa kavuşturmadan ve karşımızdaki kişiyi olduğu gibi görmeden bizim için doğru aday olup olmadığını bilemeyiz. Budist öğretisinin de belirttiği üzere, temelinde içten gelen güven ve emniyet duygusu yatan bağlılığımız, işte bizi böyle yanılsamalara sürükleyebilir.

Yakın ilişkiler, beraberinde arkadaşlık ilişkilerinden daha kuvvetli aktarımları getirir. Bu yüzden arkadaşlık ilişkilerinin yürütülmesi yakın ilişkilerden çok daha kolay olur genellikle. Arkadaşlıklar, yaşamımızın ilk dönemlerindeki meseleleri yakın ilişkiler kadar harekete geçirmez. Dolayısıyla bu ilişkiler arkadaşlıktan fazlasını -yani aktarım- içermediği sürece göreceli olarak sorunsuz ve stresten uzaktır. Aynı zamanda, bir arada olmaktan en çok hoşlandığımız arkadaşlarımızın samimi bir güven ve emniyet ortamı oluşturanlar arasından çıktığını ve burada bulduğumuz avuntunun bizim için değerli olduğunu da fark ederiz.

Yaşamımızın ilk dönemiyle ilgili sorunları ele almaktan kaçınmanın bir yolu da, davranışlarımıza aldırmayan eşlerle yüzeysel ya da kısa süreli ilişkiler kurmaktır. İlişkilerimizde sadece cinsellik ve hafif bir eşlik beklentisinde olabiliriz. Geçmişimizdeki çatışmalı alanlarla yüzleşmek durumunda kaldığımız anda o ilişkiden vazgeçeriz. Ama bir noktada kaçmak zorunda olmadığımızı kavrarız. İlişki kesinlikle bizim için özel değere sahiptir çünkü eşsiz bir fırsat sunarak erken dönem çatışmalarımıza ulaşabilmemizi sağlar.

İşte size geçmişimizin şimdiki anımızı nasıl zorlaştırdığına dair bir örnek: Yeni biriyle tanışırken kendimizi gergin ve güvensiz hissedebiliriz. “Acaba benden hoşlanacak mı? Beklentilerini karşılayabilecek miyim?” Fakat kaygımız sadece kendimize yönelik böylesine bilinçli ve bariz şüphelerden kaynaklanmayabilir. Bilinçdışı seviyede, bu buluşmanın veya ilişkinin, ister çocukluğumuzda ister geçen sene yaşanmış olsun, geçmişimizde bizi incitmiş ihanetlerin ya da hayal kırıklıklarının bir tekrarı olmasından korkarız. Geçmişte sütten ağzımız yandığı için kendimizi koruma mekanizmamız aşırı etkin hale gelmiştir. Bu yüzden şimdi yoğurdu üfleyerek yeriz. Muhtemelen korkumuzun başlıca kısmını oluşturan budur.

İlişkilerle ilgili korkularımızın altında yatan güven sorununu keşfetmek şarttır.  Korkularımıza odaklandığımızda –ister gerçek ister hayali olsun- bir kimseden, yerden veya şeyden bize yönelen bir tehdidi vurgularız. Örneğin, samimiyetten korkan biri içtenlikle şöyle diyebilir: “Yakınlık kurma tarzın beni rahatsız ediyor. Bu bana sımsıkı yapışmak gibi geliyor ve beni korkutuyor. O yüzden, iyisi mi, ikimizin de kendini rahat hissedebileceği bir yol bulmaya çalışalım.” Korkunun farkında olmak, onu kişiler arası bir oturumda ele almayı, işlemeyi ve çözüme ulaştırmayı mümkün hale getirir.

Tepkilerimize güvenemeyeceğimizi fark ettiğimizde kendimize hâlâ güvenmediğimizi görürüz. Artık vurgu içsel ilgimize yöneliktir. İçimizde gerçekleşenlerin sorumluluğunu alırız ve şöyle diyebiliriz: “Kadınlarla yakınlaşma konusunda kendime güvenmiyorum çünkü ya duygularımı hazmedemeyeceğimi ya da bana yaklaştıklarında sınırlarımı koruyamayacağımı düşünüyorum.” Artık mesele bizimle ilgilidir ve ilişkimizden ziyade bireysel açıdan yol kat etmemiz gerekir. İlk durumda ötekinden korkarız. İkinci durumdaysa bir başkasıyla birlikte olabilme yeterliliğimizden şüphe ederiz.

Aslında bir tür ayrımcılık olan odağı belirli bir korku, yani güvenilmez bir kişiye benzeyen birinden korkmak gerçekçi ve isabetli olabilir. Kimseye güvenmememize yol açan korku gereksiz olduğu kadar, gerçekçi de değildir. Zamanında birisi güvenimizi ne kadar sarsmış olursa olsun, dünyada güvenilir insanlar da vardır. Güvensizliğimiz bir bilgi değil, önyargıdır.

Güven duymaya yönelik her tür korku, güven kurulumumuzun güven duyma becerimizin tümden iptal olmasına yol açacak şekilde başarısızca ya da yanlış ayarlarla yüklenmiş olduğunu da gösterebilir. Kimseye asla güvenmememize yol açan bu tür bir korku, bize üzerinde çalışmamız gereken noktaları gösterir. Geçmişimize dönüp güven duygusunun nerede ve nasıl oluştuğunu ya da oluşmadığını inceleyebiliriz. Yasını tuttuğumuzda geçmişimiz artık şimdiki ilişkilerimizde nasıl davranıp hissedeceğimizi belirlemez. Yeniden güven duymayı öğrenebilmek için daima bir umut vardır.

Yakınlıkla ilgili korkuların çoğu güvenme riskiyle ilgilidir. Bağlılık korkumuz, yakınlık kurulmaya başlayınca ilişkiden tek yönlü uzaklaşmak olarak kendini gösterebilir. Böylece korkunun sevgiden daha akıllıca olduğundan emin oluruz. Korkularımızı hisseder etmez onlardan bahsederek bu döngüyü kırabiliriz. Artık kafamızda değil, tıpkı çiftler arasındaki bir tenis maçı filesi gibi eşimizle aramızda dururlar.

Korkularımızı birbirimizle paylaştığımızda onları daha isabetli değerlendirebiliriz. Nihayet bunları dillendirdiğimizde kendimiz hakkında yeni bir bilgi ediniriz. Bize verdiği yanıt sayesinde eşimiz hakkında bilgi ediniriz. Dürüstlük hem eşimize hem de bize ilişkimizi onarma becerisi sunar. Böylece sevgi de yeşerebilir.

Aslında işin içinde sevdiğimiz biri olunca otomatik olarak daha cesur davranırız. Örneğin, The Wizard of Oz (Oz Büyücüsü) filminde Dorothy’yi kötü büyücüden kurtarma vakti geldiğinde Korkak Aslan korktuğu için caymak ister. Buna ancak iki nokta açıklığa kavuştuğunda gönüllü olur: Bu girişimde arkadaşlarının da yanında olacağını ve Dorothy’yi sevdiğini görür. Korktuğumuz anlarda sevenlerimiz bize eşlik ederse veya onları yanımızda hissedersek kendimize güvenimiz gelir. Korkularımız tarafından dizginlenmediğimiz takdirde, sevdiğimiz birine yardımcı olacağımızı düşündüğümüzde de kendimize güveniriz. Tıpkı aslana olduğu gibi, sadece sevdiğimiz birini anımsamak bile kendimize güvenimizi artırır. Böyle bir güven korkudan vazgeçmekle eşdeğerdir. Sevmek ve sevilmek değerli olduğumuz duygusunu uyandırır. Bunu, içsel kaynaklarımız olarak anılan kendine güven ve esenlik duygusu şeklinde hissederiz.

Shakespeare’in Romeo’su, aynı zamanda, sevginin insanı korkudan nasıl özgürleştirdiğinin de bir örneğidir. Romeo bahçelerinin yüksek taş duvarına tırmandığı sırada Juliet, erkek akrabaları tarafından davetsiz misafir olarak görülebileceği, dolayısıyla saldırıya uğrayabileceği konusunda onu uyarır. Romeo, Juliet’in sevgisinden emin olduğu için artık ölümü umursamadığını beyan eder. Korku, yaşamdan daha değerli hale gelen sevgi tarafından engellenmiştir:

“Aşkın narin kanatlarıyla kondum bu duvarlara;

Katı sınırlamalar, sevginin yapabileceklerine

Ve sevmeye cüret edenin aşkın sevgisine bent vuramaz;

Bu yüzden zatıâlinizin akrabaları beni durduramaz…

Ama siz beni seviyorsunuz ya bırakın beni burada bulsunlar;

Hayatımın onların nefretiyle son bulmasını,

Aşkınızı arzulayan ötelenmiş bir ölüme yeğlerim.”

Share This