Bu sabah erkenden yollara düştüm. Portland’daki son günlerimden biri. Biz bu Portland-İstanbul geçişini her yıl iki defa yapıyor olsak da son haftanın telaşı hiçbir seferde azalmıyor. Ehliyetimin yenilenme tarihi geliyormuş. Onun için şehir merkezindeki Trafik Şube Müdürlüğüne gidiyorum. Son gün yapılacak iş mi bu? Ben de söylenip duruyorum ama süresi geçmeden yeniletmek gerekiyormuş. (Yoksa sanki geçen üç ayda araba kullanmayı unutacakmışız gibi yeniden yazılı ve direksiyon sınavına sokuyorlarmış.)

İşte böylece, normalde sabahları işimin düşmeyeceği bir yere, şehir merkezine doğru yola çıktım. Dün arabaların üstünü katlayan kırağı katmanı bugün artık kendisi için kar tabirini kullanabileceğim bir kıvama varmış. Şehir merkezinin sokaklarında sadece evsizler dolanıyor. Cuma sabahı, daha saat sekiz bile değil. Bankalar, iş merkezleri, alışveriş sarayları henüz kapalı. Evsizler, geceyi geçirdikleri parklarda, banklarda, kütüphanenin devasa merdivenlerinin basamaklarında, uyku tulumlarının içine büzülmüş yatıyorlar. Bazıları sıcak çorba ve kahve veren sığınakların önünde kuyruğa girmiş bile. Benim bir kahve içmek için oturduğum kafenin köşesinde de hırpani kılıklı bir yalnız adam, gözlerini boşluğa dikmiş kâğıt bardaktan kahvesini yudumluyor. Bir diğeri ile otobüs durağında biraz sohbet ettik. Sözlerle değil de jestler ve tebessümle. Ne söylediğini hiç anlamadım çünkü. Sert buruşuk yüzünde parlayan mavi gözlerindeki delilere özgü o pırıltılardan cesaret aldım, bana sorduğu soruyu birkaç defa tekrarlattım. Nafile. Sonunda omuz silkip, İngilizcemin yeterince iyi olmadığını söylemek zorunda hissettim kendimi. Ondan sonra iletişim sadece gülümseyerek devam etti.

Uzmanlar, konuşmanın, iletişimin sadece yüzde beşini oluşturduğunu söylüyorlar. Benim gibi en çok yazarak iletişim kurabilen birisi için moral bozucu bir veri bu, eğer ki doğruysa.  İletişimin geri kalan yüzde doksan beşi ses tonumuz, yüz ifademiz, beden dilimizle sürdürülüyor(muş). Konuşarak, yazarak yani sözleri kullanarak iletişim kurduğumuz o yüzde beşlik payda bile iletişim, sözlerin içeriğinden çok, konuşanın üslubu ile şekilleniyor. Konuşurken (yazarken) hangi kelimeleri seçiyoruz? Bazı kelimeler tabiatları itibarı ile olumsuz bir ton taşıyorlar. Karı ve herif kelimelerini sevdikleri insanlar için kullanan tanıdıklarım var. Fark etmeden bir olumsuzluk, bir sevgisizlik ifade ettiklerini biliyorlar mı? Sonra bunların daha masum versiyonları da var: Surat gibi, kafa gibi. (yüz ve baş yerine kullanılan). “Kadının suratı” ile “Kadının yüzü” arasındaki farkı hissediyor musunuz? Biz öğrencilerimle olumsuzluk hissi taşıyan masum kelimeler avına çıkarız bazen: sonrasında dilimizi onlardan arındırmak amacıyla. İsterseniz siz de avımıza katılın, varsa aklınıza gelen bu tip kelimeler bana yazın.

İletişimin yüzden beşini oluşturan konuşmanın sadece bir parçasını oluşturan üsluptan bahsediyorum. İletişimin böyle minicik bir yüzdesi hayatlarımızı ne ölçüde etkiliyor olabilir? Şiddetsiz iletişim uzmanlarına soracak olursanız, sağlıklı ilişkilerin sırrı üslupta gizli. “Sen beni üzdün”, “Benim hiç suçum yok!” “Değişmeni istiyorum” gibi cümleler yerine kullanılan: “Kendimi üzgün hissediyorum”, “Bu sorunun oluşmasına benim nasıl bir katkım oldu?” ya da “Bu konudaki tavrını değiştirmeyi düşünür müsün”ler iki insan arasındaki yıkıcı ilişki/iletişimi dönüştürebilir. İçerik aynı kalsa bile, üslup bizi başka bir zihniyete taşıyabilir.

Geçen yılki İstanbul seferimden önce daha Türkiye’ye gelmeden içimi sıkmaya başlayan bir konudan bahsetmiştim. Yazının başlığı Tokat Gibi Zıtlaşma idi. Bu sene de zihnimin geri planında benzer bir huzursuzluk, günlük telaşın arkasında usul usul akıyor. Mütemadiyen eleştirip, yargılayıp, karmaşık ve çok yönlü bir sorunu tek bir sebebe indirgemek, sonra da tek bir kişiye (veya zümreye) parmak uzatmak elbette ki bizim kültürümüze özgü değil ama Oregon’dan İstanbul’a uzanan yol boyunca yavaş yavaş etrafımızı saran münazara tonunu sadece ben değil, Türkçe konuşmayan Bizim Bey bile hissediyor.

Akılcı, yapıcı, diğerini ezme gayreti değil de doğruyu araştırma niyeti ile yapılmış eleştiriye hepimizin ihtiyacı var. En azından gelişmek, büyümek, potansiyelimize varmak istiyorsak. Bu tip bir eleştiriden bahsetmiyorum. Belki sözünü ettiğim eleştiri türü için “karalama” sözcüğünü kullanmak daha akıl kârı. Karalayıcı eleştiri akıldan değil duygulardan kaynaklanıyor. Sahici bir merakla değil de sataşma amaçlı yapılıyor. Düşünmeye, ihtimallere alan açmaktan çok, aceleci hükümleri ile yaşamı daraltan bir tip eleştiri. Gözlemin değil tepkinin sonucu yapılan hırçın tabiatlı yorumlar. Benim geçen yazımda “eleştirdiğim” eleştiri türü buydu. Okulda öğrendiğimiz tabiri ile “yıkıcı eleştiri.”

Hayatı münazara gibi yaşamanın müthiş yorucu bir tarafı var. Her duyduğumuza cevap verme ihtiyacı ve telaşı gibi yorucu, yıpratıcı bir şey. Gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz her şey ve tanıştığımız her insan, içine düştüğümüz her durum hakkında illaki bir fikir sahibi olmak zorunda değiliz. Gerçekten. Fikir bazen gerçeği örter. Önyargı gibi. Derhal bir takımda yer almak zorunda da değiliz. Hisler telaşsız gelişir. Hele bir onlara yer açalım, düşünce ondan sonra gelsin. Yapıcı eleştiri ondan sonra gelsin.

Bizim Bey beni telaşla birilerine cevap yetiştirmeye çabalarken yakalarsa hep şöyle der: “Haklı mı olmak istiyorsun, mutlu mu Defne?”

Bu soruyu duyar duymaz, kendi kafa dırdırımdan ne kadar yorulmuş olduğumu fark ederim. Tepkisizliğin boşluğunda sadece ihtimallere değil, anlayışa ve huzura da yer açılır. Hayat -ve beraberinde göğüs kafesim- daralacağına, genişler. Hırçın tabiatım dingin sularda dinlenir.

Geshen Kaufmann utanç duygusu için “ruhun hastalığı” tabirini kullanıyor. Bradshaw’a göre utanç bütün işlevsiz ilişkilerin ve hatta şiddetin temelinde yatan duygu. Utançtan aşağılık kompleksi, suçluluk, saldırı, yetersizlik, güvensizlik duyguları doğar. Mütemadiyen birilerini /bir şeyleri karalamak; ufak tefek şahsi huzursuzlukların kaynağını içeride değil dışarıda ve hep bir başkasında aramak da o çok derinlerde saklı utancın izdüşümlerinden biri sadece.

Önümüzdeki ay buradan devam edeceğiz…

Yüreklendiren ve kafa açan yorumlarınız için hepinize teşekkürler!

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/hakli-mi-mutlu-mu/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/hakli-mi-mutlu-mu/" data-text="Haklı Mı Mutlu Mu?" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/hakli-mi-mutlu-mu/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This