Oralarda bir yerlerdeler…
Bazen bir ses, bazen bir koku ile gelir. Zamanı böler, çarpar, anı siler, giderler. Bazen de bir damla çiğ tanesi, bir gül yaprağı ya da dantel dantel örümcek ağları dalların arasında…
Deniz kenarında; mendireğin en altında gözüne kestirdiği o güzel kayanın üzerinde, bacakları suyun içinde, denize has kokular koku alma merkezinin en derinlerinde, gün batmak üzere…
Bütün gün, hatta gelmeden önce nasıl da hayal etmişti bu anı. Fotoğraf çekecekti bol, bol. Kitabını okuyacaktı. Ayakları serin sularda, dalgaların kayalıklara kavuşmasını izleyecek, deniz ile kayaların coşkulu sohbetlerini dinleyecek, belki bir martının sohbete eşlik ettiğini duyacak, doya, doya izleyecekti gün batımını.
Peki, ama hangisini yapacaktı şimdi. Fotoğraf çekse manzara kaçacak, gözlerini kapatsa ne kitap okuyabilecek ne de fotoğraf çekebilecekti. Her şey tamamdı aslında; deniz, günbatımı, kayalıklar, kokular tam istediği gibiydi. Ayakları da tamamdı serin suların içinde. Hayalindeki kayayı da bulmuş, üzerine tünemişti. Gözlerden ve gürültülerden de uzaktı.
Hepsinden vazgeçti. Soğuk bir bira ve tuzlu fıstıklar alıp geldi. Hiç üşenmeden tekrar mendireğe tırmandı. Yerini unutmamak için geriye dönüp, dönüp bakmıştı. Ve tekrar aynı yere, aynı kayaya tünemişti. Tekrar sarkıttı bacaklarını suya. Bir tuzlu fıstığın ince kabuklarını ufaladı parmaklarıyla…
“O akşam yemeğe konukları vardı. Telaşla hazırlanıyordu. Her şey “mükemmel” olsun istiyordu. Masa düzeni, yemekler, içecekler her şey. O da ne? Eşi elindeki tuzlu fıstıkların ince kabuklarını ortalığa dökerek atıştırıyor.”
Sırası mıydı şimdi bunları hatırlamanın? Nereden nereye dedi kendi kendine. Tekrar dikkatini verdi çevresine. Güneş denize iyice yakınlaştı; uzun koyu bir kızıla çaldı denizi. “Çok güzel” dedi. Derin, derin çekti kokuları içine; hiçbir anını kaçırmak istemiyordu denizin, güneşin, yosun, balık ve iyot kokularının, ayaklarında serinlemeye başlayan suyun. Birasını yudumladı. Birkaç fıstık daha atıştırdı. “İşte hayat” dedi, “işte!” O sırada kayalıkların üzerindeki deniz salyangozları ve yavru yengeçler takıldı gözlerine. Çok sevimliydiler. Çok narin ve estetik hareketleri vardı. Nereye girip, çıkıyorlardı? Yuvaları kayalıkların altında suyun içinde falan olmalı diye düşündü…
“Nurrrr … nerdesinnn? Nurrr…” sesler giderek yakınlaşıyordu. Bulunduğu yerden, zayıflayan gün ışığını takip ederek, kayalıkların en dibine, denize indiği yolu bulup, yukarı çıkmak istiyordu. İnerken atlamıştı en son. Şimdi zıplayıp çıkması mümkün değildi. Nasıl düşünememişti? Eliyle tutunacak, ayağıyla basıp tırmanacak bir yer yoktu işte! Beline kadar suyun içinde, kayalıkların arasında bir yerdeydi. “Babam çok kızmıştır” diye geçirdi aklından. Herkes onu arıyor. Ağabeyleri de sinirli, seslere bakılırsa. Annesi de korkmuştur. Bir an önce çıkmalı buradan… Ama çıkamıyor işte! Çıkamıyor. İyice yaklaştıklarını anlayınca seslenip yardım istiyor. Abisinin uzanan elini tutuyor. Bir hamlede çekip çıkarıyor abisi. Zaten zayıf ve yaşıtlarına göre ufak tefek. Babası söyleniyor “Ben size dedim bu dağ keçisinden gözünüzü ayırmayın diye” bıyık altından güldüğü anlaşılıyor.
Bir kaç deniz canlısının peşinden inmemiş miydi o kayalıkların en derinlerine.
Gülümseyerek, tekrar uzattı gözlerini ufka. Kaç yıl geçmişti üzerinden. Sonra solunda uzayıp giden sahile döndürdü bakışlarını. Sakindi sahil. Birkaç kişi anca vardı koskoca sahilde. ” İnsanlar denizin ve sahilin en güzel zamanlarını neden tercih etmezler ki?” diye düşündü. Sabahın ilk saatlerini ve akşamüzerlerini…
O sabah yine erkenden kalkıp, atmıştı kendini kumsala. Kayalıklara kadar uzayıp giden sahilde yürümüş, kabuklar toplamış, koşmuş ve serinlemişti sabah denizinde. Her sabah olduğu gibi Anamur’un şeker gibi portakallarından sıkıp kocaman bir bardak içmişti kana, kana. Gülleri sulamış, kahvaltı hazırlamaya başlamıştı.
Haber gelmişti. Kahvaltıdan sonra koya gidilecekti, tekne ile. Ağustos’un ortasında öğle güneşine çıkmayı hiç sevmezdi. Üstelik beyaz teni çabuk haşlanıyor ve güneş alerji yapıyordu. Korunmanın yolunu bulamamıştı işte!
Saat gelmişti. Mayosunun üzerine en sevdiği plaj elbisesini giydi. Döküm, döküm vücuduna oturan siyah bir elbiseydi. Plaj çantasını hazırladı. Kremler, şapkalar, havlular vs. her şey tamamdı. Eşi seslenince indi aşağıya. Hazırdı. Sahile gittiler. Ancak tekne kıyıya tam yanaşamıyor. Yüzülecek. İyi de nasıl? Elbisesini çıkarmaya başladı gayri ihtiyari. Eşi “Giy onu” dedi. Şaşkınlıkla baktı eşine. Gülümsedi. Şaka yapıyor olmalıydı. Eve gidip üzerini değiştirmeyi teklif etti. Ben gelmeyeyim dedi. Yok! Baktı olmayacak. Herkes onları izliyor. Onlar tartışıyor. “Herkes bize bakıyor” dedi eşi “Giymelisin.” “Ama nasıl yüzerim” dedi. Yok. Olmuyor.
Sonuç olarak hırsla atladı denize. Yüzmeye başladı. Islandıkça ağırlaştı elbise. Ağırlaştıkça çekti dibe. Hayatının en zor kulaçlarını attı. Aslında evliliğinin de özetiydi “hayatının en zor kulaçları.” Teknede de bitmedi işkence. Her yanından sular akan ıslak elbiseyi çıkarmasına izin vermediği gibi, üzerine can yeleği giymesi için ısrar etti. Denize düşerse, yüzemez diye korkuyordu belli ki. Bu nasıl bir çelişkiydi.
Bu kez hüzünlü bir gülümsemeyle baktı batan güneşe. Yarıdan fazlası denizin altındaydı artık. Birkaç dakikası kalmıştı. Tam ufuk çizgisinde bir vapur belirdi. Tam güneşin karşısına geldi. Muhteşem bir tabloydu. Fotoğrafını çekti. Harika görünüyor dedi. Tam denizle güneşin buluştuğu yerde bir vapur. Şiir gibi…
Orada bulunduğu bu kısa süre içersinde tekrar, tekrar gitti geçmişin değişik zamanlarına, tekrar, tekrar geri döndü yaşadığı zamana. Birçok kişiyi geçirdi aklından hızla da olsa ve her aklından geçenle seyahat etti yaşadıkları zamana ve ortamlara.
…Nerelerde, neler biriktiriyor insan? Bir taşa, bir kuşa, çiçeğe, böceğe, yağmura, buluta… Ne çok, ne çok ve ne değişik anlamlar katarak dolduruyor hafızasının anı defterini. Bazen bir çöplüğe dönüyor. Bazen de huzurlu bir dinlenme köşesine. Arada bir yüzleşip, temizlik yapması belki de bundan. Bir sonraki ziyaretinde huzurla dinlenebilmek için.
Hangimiz yaşadığımız zamandan uzaklaşıp gitmedik dünlere. Hangimiz bir gülü, bir yasemini koklarken ya da bir mekâna girdiğimizde, bir şeyi ya da bir insanı gördüğümüzde, zamanda yolculuğumuzu kesip dönmedik geriye? Tıpkı bir elektrik akımı gibi, kısa devrelerimiz olmadı. Döndürmedi bizi geriye. Kim aynı kumsala uzandığında hayal etmedi bir zamanlar birlikte uzandığı kişiyi?
Kim özlemedi, kim düşünmedi geçmişi? Herkesin geri dönüşleri olmuştur kendi zamanında. Bazen hüzün olur gözlerinizde. Bazen özlem. Bazen sıcak bir gülücük. Bazen de umut. Ne nedeni vardır, ne de kaçarı. Yaşanır işte, hayatın kısa devreleri…