Ah, şu başını çevirip bir baksa pencereye şehrin neşeli ışıklarını görecekti…

Akşam inmek üzereydi… Yorulan bacaklarının sızısıyla, elinde tunç bir havan, pencerenin önündeki berjerlerden birine oturdu gayri ihtiyari. Dövüyordu. Havanda sarımsak dövüyor, hem düşünüyor hem dövüyordu…

Dövüyordu… Ne vardı sanki öyle yapmasa? Hırsla dövüyordu. Bu bana yapılan haksızlık; ben ne yaptım ki ona? Dövüyordu: Her kimse o an aklındaki. Keşke ben de ona şöyle karşılık versem diyordu. Ben ona iyilik yaptım hep.

Dövüyordu. Bu kez ayrıldığı kocasıydı havanda dövdüğü. Bak diyordu, Bak gördün mü? Saçını süpürge et! Bir adım yol alma. Hâlâ aynı! Dövüyor, dövüyor, dövüyordu.

Artık elinde tunç bir havan da yoktu. Aslında akşam yemeğine gelen de olmamıştı. Herkesin başka bir programı çıkmıştı. Yalnızdı. Çok yalnızdı. Egosunun ona hediyesiydi “yalnızlık”; yaşadığı her olayda, onu daima haklı çıkaran egosunun hediyesi. Kendince hak etmemişti bunu ve hâlâ dövüyor da dövüyordu.

Aslında yemek de yenmemişti. Hatta hiç hazırlanmamıştı. Nasıl yensin ki? Canı sıkkındı. İçi almıyordu. Aklı da almıyordu. Çocuklar neden böyle plansız ve onun haberi olmadan program yapmıştı? İnsan bir haber verirdi en azından. Birden aklına gelmişti: Hem o ne yapmıştı ki kaç yıllık arkadaşına? İyilikten başka bir şey yapmamıştı işte. Öyleyse arkadaşı neden ona bu kötülüğü yapmıştı? Neden?

Karanlığın farkında bile değildi; nasıl olsun? Gece inmiş; ışıklar kapalı; saat… Gecenin bilmem kaçı. Düşünüyor, hırslanıyor, yaşadığı haksızlıklara bir bir isyan ediyor ve hâlâ dövüyordu. Aklına getirdiği herkes ama herkes aldı bundan nasibini. Çevresindeki herkes mi suçluydu ona karşı, yoksa o mu seçmişti aklından geçen kişileri bilinmez. Yavaş, yavaş gelen karanlığa alışan gözleri hala yerde o karanlık noktada. Karanlığın içinde DÖVÜYORDU!

Ne zordur karanlığa alışmış gözleri aydınlığa çıkarmak, SOCRATES

Neden, nasıl, niçinlerin bitiği yerde bitmedi dayak faslı, neden şöyle olmadı, neden böyle yapmadılarla devam etti. Mantığın süzgeci vardı. Tüm olaylar ve bunlarda yer almış tüm insanlar sallanıp, silkelenip geçiyordu… Geçemiyordu “o”nun süzgecinden. Hâlâ aynı yerde oturuyor, hâlâ aynı yere bakıyor: Yere. Hâlâ en kızgınından öfkelerini savurup, dövüyordu hırsla. Sonra çözümler üretmeye geçti aklınca: Soracaktı, hesap soracaktı. Dua ediyordu; beter olacaktı ona bunu yapan kişi: ayrıldığı eşi, yakın zannettiği arkadaşı, hep yardım ettiği işyerindeki mesai arkadaşı ve daha niceleri… Beter olacaktı hepsi hem de ayrı, ayrı. Daha bu neydi ki?

“Ne yaptım ki” dedi kendi kendine. “Benim kimseye kötülüğüm dokunmaz.”

Zaten hep kıskanmışlardı onu. Düzgün biri çıkmayacak mıydı karşısına? Hep mi ondan gidecekti? Kötü gözlerin nazarındaydı işte! Yaşadıkları hep başkalarının eseriydi. Ustaca kuruyordu cümlelerini. Okumuşluğun verdiği bir düzen ve süsleme sanatı vardı aklından geçirdiği cümlelerinde. Zekice kendini aklıyordu cümleler ve hep karşısındakini suçlu çıkarıyorlardı. DÖVÜYORDU bu cümleler…

Gün doğuyordu. Dışarıda aydınlanmaya başlayan hava içeri dolmaya başlamıştı. O henüz “Neden böyle olmadı”, “Neden şöyle yapmadılar” bölümündeydi. Dövüyordu hırsla… Dövüyordu. Kendi baktığı yerden baksın istiyordu çevresindekiler. Bakmayanı dövüyordu. Onun aklıyla düşünsünler istiyordu. Düşünemeyeni dövüyordu. Onun istediklerini söylesinler istiyordu. Söylemeyenleri dövüyordu. Onun beklediği gibi davransınlar… Düşünüyor, kendini aklıyor, dövüyor, dövüyor, DÖVÜYORDU!

Ah, şu başını çevirip bir baksa karanlığın sadece baktığı yerde olduğunu görecekti!

Ah, şu başını çevirip bir bakıverse pencereye, pırıl, pırıl, yepyeni bir gün ve gülümseyen bir güneş selamlayacaktı onu.

Share This