İpek ile birlikte çevremizdeki ağaçlara, doğaya hayran hayran bakarak ilerliyoruz. Köyün içine girince, hayranlık duygularımız şaşkınlık seviyesine çıkıyor. İpek, burada gördüklerini hayatı boyunca unutmasın istiyorum.

Kavaklıdere tertemiz. Kavaklıdere yemyeşil. Bizi şaşırtan ise köyün orta yerindeki kahve oldu. Masalarda yaşlılar oturmuş, sakin sakin konuşuyorlar. Kahveci hepsinin önüne çaylarını bırakmış, bir kenara geçmiş bakır dövüyor. Bu, pek alışıldık bir şey değil yirmi birinci yüzyılın Anadolu’sunda.

Uzayıp giden sokaklarda evler… Neredeyse her evin önünde ateş yanıyor. Köz üstünde dev kazanlar var. Bakır el işleri, ibrikler, tavalar, tencereler üretiliyor. Tüylerim diken diken oldu. Sokaklarda yürüdükçe gözlerim doldu. O köy vardı, gerçekti ve üretiyordu. İyi ki de vardı, iyi ki de durmaksızın üretiyordu.

Bundan yirmi sene sonra Anadolu’da dolaşırken bir kez daha karşınıza çıkacak mı üreten bir köy? Çocuklarımıza gezdireceğimiz bir köy bulabilecek miyiz ya da? Son kalanlar da topraklarını bırakırlar mı? Giderler mi buralardan?

SAYFA-BOLUMU

Koca bir ülkeyi tek bir kente doldurmak, genç nesillerin hayallerini ”göç” temelinde kurgulatmak doğru muydu? Yüz binlerdik; toprağımızı bırakıp geldik. Şimdi milyonlar olduk.  Hâlâ geliyoruz.

Uçsuz göğün altından gelip, ufkunu gökdelenlerin daralttığı mahallelere sıkıştık. Sıkıştığımız yerde çoğaldık. Kaynak sonsuzmuşçasına çoğaldık. Daha çok, daha çok ve daha çok… Üstelik uyum da sağlayamadık. Olmadı işte… Birbirimizden nefret etmeye, birbirimizle savaşmaya, birbirimizi öldürmeye başladık.

Oysa toprağımız geniş, verimli ve hepimize yeterdi. O halde neden geri dönmedik? Kalabalık ve kavgalarla dolu şehirlerde, eski refahının onda birine bırakın sahip olmayı; onu düşlemesi bile imkânsızlaşmış kalabalıklar… geri dönseler ya?

Dönmek kolay. Güç olan yaşamak. Tarımsal üretimin beş para etmediği, kartellerin; tröstlerin eline geçmiş topraklardan ekmek çıkarmanın imkânsızlaştığı günlere hepimiz hoş geldik. Yeni de değil bu durum üstelik; sadece biz, geldiğimiz yeri çok geç fark ettik.

Toprağını bırak, göç et, bıraktığın toprağı üç kuruşa senden alsınlar, sonra gel; senden aldıkları toprakta onu senden alanlar için bir köle gibi çalış. O gelmiş, bu gitmiş, öteki şunu giymiş, beriki bunu demiş… Metafor falan değil; ”aç kalacağız” yakında ama biz bunları tartışıyor, bunlar için savaşıyor ve bunlar için zafer kazanma peşinde koşuyoruz.

On yıllardır şişirilen balon patlayıp üç temel gıda maddesinin fiyatı ansızın beşe katlandığında ortaya çıkacak tek ve gerçek savaşa hangimiz hazırız? On yıllardır toprağını terk etmek zorunda bırakılan çiftçilerin, toprağına küstürülen köylülerin sayısı eşiği aştığında olacaklara?

Ben bu toprağın gerçek sahipleri üretsin istiyorum. Ben güç birlikleri istiyorum. Kooperatifler kuralım istiyorum. Açlık tehdidine yönelik hiçbir anlamı olmayan savaşımları bırakalım; bir araya gelelim istiyorum.

SAYFA-BOLUMU

Hayatımın en güzel günlerini çocukluğumda, yaz tatillerinde gittiğim köyümde yaşadım ben. Ahırların içinde, kağnıların üzerinde üvezlerden delik deşik olmuş bacaklarıma bakarken mutluydum en çok. Ne kazların parmaklarımı adeta koparırcasına ısırması bozdu psikolojimi; ne kovanlarına çomak soktuğum için üzerime bir bulut gibi çöküp gözümü Erzurum Devlet Hastanesi’nde açmama sebep olan arılar…

Ben aldığım o yaralarla demir gibi olmayı öğrendim. Ağlamayan, hiç korkmayan, erimeyen, kırılmayan Pınar olmayı öğrendim. Büyüdüm, sürüklendim, sonunda ”köy”e geri dönebildim. Oğlumu da, kızımı da, gelinimi de, torunumu da yanımda ve bu ortamda tutabildim.

Kocaman sofralar kurabildim. Ürettiğimle hem köyümün insanlarına, hem de üretimin alıcılarına faydalı olabildim. Ürünü, emeği değerinde satabildiğim; bunu anlayan, takdir eden tüketiciye ulaşabildiğim için var olabildim. Şükürler olsun…

Sizlerden yaşadığım coğrafyaya gelenler bile oldu. Yaşadığım Ocaklı Köyü’nde, hemen yukarımızdaki Sinekçiler’de arazi alanlar; yeni topraklarına yerleşenler bile oldu. Kıymet kazandı topraklarımız. Şimdi üretecek, değer yaratacak, istihdam sağlayacak her biri… Bizler devam edeceğiz. Sayımız başka bir hayatın da mümkün olduğunu gösterebilecek kadar çok; daha şimdiden…

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/kavaklidere-mugla-yolu-uzerinde-bir-koy/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/kavaklidere-mugla-yolu-uzerinde-bir-koy/" data-text="Kavaklıdere, Muğla Yolu Üzerinde Bir Köy&#8230;" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/kavaklidere-mugla-yolu-uzerinde-bir-koy/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This