Bu sabahki dersime yeni bir öğrenci geldi.

Ben yaşlarda bir kadın. Arkalarda bir yere geçti. Dikkatli bir insan belli ki. Derste yoga matı kullanılmadığını anlamış, diğer öğrenciler gibi battaniye çekti altına oturdu. Bu ders Cumartesi günleri saat 11’de. Saatinden midir gününden midir nedir genelde pek neşeli ve şen oluyorum bu ders sırasında. İstanbul’daki öğrencilerle telefonumdan hoş beş ettikten sonra elimde Shadow Yoga kitabı ile Portland’lı öğrencilerin karşısına geçtim, battaniyemin üzerine kuruldum. Kalabalık bir sınıf ama yeni kadın dışındaki bütün öğrencileri ismen ve cismen tanıyorum. Eskiden böyle damlama usulüyle (İngilizcede drop-in diye tabir edilen) girilen derslerden ödüm kopardı. Tanıdığım öğrencilerle tanımadıklarım karışıyor, serileri bilen bilmeyen hep bir arada… Hoca açısından çok zor bir durum. Müfredatı yeni başlayanlara göre mi ayarlayacaksın, emektar tecrübeli öğrencilere göre mi? Programda dersin seviyesini orta-ileri diye belirttik ama bir tip öğrenci var, seviyeye aldırmadan saati ya da günü uyuyor ve hatta sırf hocayı seviyor diye kendine fayda yerine zarar getirecek derse damlıyor. Bu tip durumları en aza indirgemek ve kendi hocalarımın da tavsiyesini yerine getirmek maksadıyla ben damlama usulü ders vermeyi tercih etmiyorum. Genelde dört haftalık kurslar vasıtası ile öğrencilere Shadow Yoga öğretiyorum.

Bu Cumartesi günleri olan damlama usulü verdiğim tek ders. Bu derse gelirken daima şen şakrak bir havada olmam da sorgulanabilir bir durum. Nasıl olsa ciddi değil, havai öğrenci gelecek diye ben de mi gevşiyorum, gevşedikçe neşeleniyorum? Bilmiyorum. Zaten bu derse gelen de artık düzenli bir grup oluştu. Kurstan farkı kalmadı. Yeniler de kalabalığa ayak uyduruyorlar ya da bir daha gelmiyorlar.

SAYFA-BOLUMU

Velhasıl bugün gelen hanım işte 10 kişinin arasındaki tek yeni öğrenci. Diğerlerine değil bir tek ona ismini ve muhtelif incinmelerini sormamdan anladı sınıftaki yegane acemi olduğunu. Elinde bir adet su matarası. (Ding ding ding! Şimdi benim öğrenciler hemen anlıyorlar hikayenin nereye varacağını!) Hem baş öğretmenim, hem de yerel öğretmenlerim sınıflarına su şişesi sokulmaması konusunda çok titizdirler. Ben de “ciddi” derslerimde bu konuda öğrencileri uyarmaktan çekinmiyorum ama damlama dersi diye aldırmadım.

Derse hep Shadow Yoga kitabından bir parça okuyup tartışarak başlıyoruz. Ben ilk sayfayı açarken yeni hanım da matarasına davrandı. Mataranın duvar dibindeki varlığına aldırmıyorum, tamam, ama yogaya dair doğruları da es geçiyor değilim. “Lütfen su içmeyin,” dedim tatlı olduğunu düşündüğüm bir ifade ile. “Mataranızın kapağını kapatın ve ders bittikten sonra yarım saat de açmayın mümkünse.” Sonra sadece ona değil, sınıftaki her öğrencinin yüzüne bakarak yoga dersinden yarım saat önce sıvı, iki saat önce de katı gıda alımını durdurmamız gerektiğini, Hatha Yoga metinlerine referanslar vererek anlattım. Su ya da yemek dolu iç organlarla yoga yaptığımızda  midemizin bulandığını, diyaframa kramp girdiğini, nefesin kısaldığını, açıkladım.

Öğrenciler beni ilgiye dinliyorlar. Bu çoğunlukla biz hocaların atladığı ya da “geçmişte bu konuda çok konuştum. Bir kez daha söyleyip de içlerini baymayalım” diye düşündükleri ama belki de her ders tekrarlanması gereken nadide bir bilgi. İlgi ve merakla ışıldayan yüzlere baktıkça bu gerçeği biraz daha iyi kavrıyor, nefes-diyafram-mide-bağırsak-sindirim ateşi (agni) hakkında konuşuyorum.

Konuşurken göz ucuyla yeni öğrenciye bakıyorum. Bana bakmayan tek çift göz onunki. Zaten ince olan dudaklarını iyice kısmış önüne bakıyor, arada sırada başını çevirip matarasının durduğu duvarı seyrediyor. Küstü mü ne? Hiç tanımıyorum ki… Eski bir öğrencim olsa, aramızda güven bağı kurulmuş olsa doğrudan sorabilirim ya da derim ki “Filancacığım, bunu senin için anlatıyorum, dinliyor musun?” Yeni bir öğrenci ile henüz bu bağ kurulmamış olmadığı için  kadının iç dünyasında olup biteni bilemiyorum.

SAYFA-BOLUMU

O zaman ne yapıyorum?

Varsayımlarda bulunmaya başlıyorum.

Biz yoga hocaları oturduğumuz mat/battaniye/halı üzerinde serinkanlı görünsek de herkes gibi içimizde kırılgan, yaralı bir parçacık taşırız. İyi ki de taşırız, yoksa öğrencimizin kırılganlığını nasıl tanıyacağız? İşimiz o yaralı, kırılgan parça üzerinden değil de daha sağlam bir özden yaşamayı öğretmektir. Bu sebeple de kendi kırılganlığımız sesini duyurmaya başladığında onu duymak ama onun egemenliğine girmemek önce kendi tecrübemiz daha sonra da öğretimiz olur. Benim Kırılgan Hanım da gitti, yerlerinden kıpırdamadan sözlerimi dikkat ve merakla dinleyen dokuz çift kulağı unuttu, benimle ilgilenmeyen tek kişiye odaklandı. Kendisi içimde mızmız bir çocuk. “Anne, baksana şu kadın bizi dinlemiyor, diye eteğimi çekiştiriyor. Bir yandan onu kolluyorum. Öte yandan konuşmamı sürdürüyorum. O mızmıza şimdi kulak veremem. O ise kırpık kırpık neşemden kemirmeye başlamış bile.

Neden? Beni dinlemeyen bir öğrenci o Kırılgan Hanım için ne anlama geliyor? İhtimal o ki yeni öğrenci ona ne yapması gerektiğini söyledim diye bana kızgın. Ne zaman nefes alıp ne zaman vereceklerini bile bir hocadan duymaya muhtaç kimi insanlar, hoşlarına gitmeyen bir direktif duyduklarında kirpi kesilebiliyorlar.

Oysa bizim işimiz öğrenciyi el bebek gül bebek hoş tutmak değil, muhtemelen onu huzursuz edecek bir gerçeği işaret etmek. O gerçeği görsün ki ondan özgürleşsin, daha mutlu, daha sevecen, daha duyarlı bir hayata doğru yelken açsın. Hal bu iken pek çok kez ilk tepki olarak öfke ile karşılaşıyorum ben. İnanır mısınız, her seferinde içimdeki o Kırılgan Hanım yıkılıyor. O yıkılıyor çünkü istiyor ki herkes ama herkes bizi sevsin. Çok ama çok sevsin. Sevsin, beğensin, takdir etsin, onaylasın. Yeni öğrenci, eski öğretmen, dostlar, düşmanlar… Kırılgan Hanım tabiatı itibarı ile öyle bir çocuk. Ne yapayım? Öldür desen ölmüyor, sus desen susmuyor, reddetsen arka kapıdan hayatına gerisin geri giriyor. Eleştiri ya da düzeltme karşısında bile komalara giriyor, varlığı tehdit edilmiş gibi isteri krizlerine giriyor, daha neler neler…

SAYFA-BOLUMU

Ben bu kırılgan parçamdan kurtulamayacağımı anladığımdan beri onu bağrıma bastım, şımartmadan verebildiğim kadar şefkat ve sevgi veriyorum ona. O hâlâ yeni bir öğrenci beni (bizi) sevmedi diye dertli. Ben onunla beraber yıkılmıyorum. Onun sözüne çok da inanmıyorum. Çocuk o. Kendi başına yıkılsın. Uygun zamanda ben onu kaldırırım yerden. Ona göre gerçek şöyle bir şey:

Yeni öğrenci küstü=yeni öğrenci beni sevmiyor=ben sevilmeye layık bir insan değilim=ben başarısız bir yoga öğretmeniyim=onun kalbini çalmalıyım=ancak o beni severse ben başarılı olduğuma inanacağım=herkes beni severse başarılı olabilirim.

Formül aşağı yukarı böyle bir şey. Üstelik sadece iş güç dünyasında değil beni sevmediğimden şüphe duyduğum çok kimse ile girdiğim ilişkide kendini yineleyen bir formül bu. Onaylanmaya olan ihtiyacımız hiç biter mi? Bir öğrencim bu soruyu sormuş. Bence Kırılgan Hanımların, Kırılgan Beylerinki  hiç bitmez. Benim Kırılgan’ın mesela beğenilme ihtiyacı dipsiz kuyu mübarek. İp ile inmeye kalkışsan sonu yok, dibinde karanlıklardan karanlık beğen…

İnsanın onaylanma ihtiyacı hiç biter mi?

Bizim Kırılgan’ı ne kadar ciddiye aldığımız, onun gerçekle örtüşmeyen formüllerine ne kadar inanacağımız ile ömrümüzün ne kadarını Kırılgan’ın egemenliğinde yaşamaya niyetli olduğumuz ile ilgili bir soru bu. Kırılgan nihayetinde benim küçük, ufacık bir parçam. Ben onun annesiyim. Onun korkularla örülmüş dünyasından önüme sürdüğü formüllerin sağlamasını yapmak ve formülleri çürüğe çıkarmak benim işim. Sadece kendimi içimi rahatlatmak için değil, o küçüğü de iyileştirmek için hayatın idaresini ona bırakamam.

Yoga bana kendi öz sesim ile Kırılgan Hanım’ın sesini ayrıştırma konusunda çok yardımcı oluyor.

SAYFA-BOLUMU

Velhasıl derse başladık. Kırılgan göz ucuyla yeni öğrenciye bakıyor. Hatta o galiba sadece o yeni öğrenciye bakıyor, ben bütün sınıfa. Sonra bir an geldi, gördüm kadın dikkatli ve beden farkındalığı da yüksek. Sol tarafta derin indiği bir çökmeyi sağ tarafta yüksekten geçmeye kalkıştı. Dedim ki: “Sen daha aşağıya gidebilirsin, demin sağ tarafta gördüm ne kadar alçalabildiğini.” Kırılgan dehşet içinde. “Ne yaptın anacım, artık hiç şansımız yok, kesin nefret edecek bizden” diye ağlıyor. Ama yeni öğrenci ne yapıyor dersiniz? Bana gülümsüyor! Ya! Ve dahası ders bitiminde gelip ellerimi iki elinin arasına alıp teşekkür ediyor. Bugüne dek girdiği bütün yoga derslerinden farklı, çok farklı bir dersmiş bu.

Kırılgan şaşkın ama çooook mutlu. Uçuyor. Kadın bizi sevdi ya. Beraber stüdyodan çıkıyoruz, kahveye giriyoruz. Kahve sırf kokusu ile aklınızı başınızdan alabilir. Kurukahveci Mehmet Efendi dükkanının espresso versiyonu. Oturunca diyorum ki: “Görüyorsun ya Kırılgan’ım dünya senin inandığın formüllere göre işlemiyor. Kadın meğer bizi sevmiş. Hiç aklına gelir miydi senin? Sen birisi seni sevmiyor diye takılınca onda sevilecek bir taraf da göremiyorsun üstelik. Bana kulak verirsen ben sana gerçeğin formülünü hep fısıldarım.”

Ohoo dinlemiyor ki beni. Birine gülümsemiş de o da karşılık vermemiş… Bozulmuş. Adı üstünde Kırılgan işte. Boş veriyorum. Gerçeğin formülünü onun bilmesi çok da önemli değil.

Ben biliyorum nasıl olsa.

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/kirilgan-hanim-ve-gercegin-formulu/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/kirilgan-hanim-ve-gercegin-formulu/" data-text="Kırılgan Hanım Ve Gerçeğin Formülü" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/kirilgan-hanim-ve-gercegin-formulu/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This