Varlığına alıştığımız birini artık duyularımızla algılayamamak mı?
Manada onunla paylaşım yapamamak mı?
Bir arada değilken de birlikte olduğumuzu bildiğimiz, saniyelik bakışlarının yaşattıklarına minnettar olduğumuz, o derin değeri ve değer verme halini hissettiğimiz alanda varlıklarımızı artık doyasıya büyütememek mi?
Herkesin bu soruya cevabı/cevapları ayrı olabilir. Ve aynı görünen cevapların bile o bakış açısına göre anlamı, yani ifade ettiği bireysel gerçeklik farklıdır. Bu nedenle önce ilişkideki gerçeklik üzerinden düşünmeye başlayalım.
Kendimi sınırlı zihnimle tam olarak anlayamıyor, varlığımdaki sürekli devinimi adlandıramıyorken ilişkilerimde karşı tarafın zihniyle tam olarak anlaşılmak ve tanımlanmak benim için ne kadar gerçekçi olabilir?
Cevabın “İstediğim kadar gerçekçi olmaz” ise devam edebiliriz.
Karşı tarafı “tam olarak” anlayamasam da, “tam” olarak hissetmem mümkün mü? Yani onu sınırlı zihnimle tam olarak anlamaya çalışmadan daha gerçek bir yerden idrak etmem mümkün mü?
Bir ilişkide iki taraf da kendisini gerçekten seviyorsa her biri “tamlık” duygusuyla ilişkiye başlar, ilişkideki ortak sevgi alanında da birbirleri aracılığı ile farklı tamlık boyutları deneyimlerler. Hiçbir “tamlık hali” diğerinden daha büyük ya da daha gerçek değildir. Karşı taraf aracılığı ile tamlığın farklı katmanlarının hazzını deneyimleyebilme şansımız olur. Bizi madde ve manada birleştiren hazları deneyimlerken, sevginin o ilham dolu yaratım gücünü hissettiren aşka yaklaşabiliriz. Yaşadıklarımızı, o kişiyle farklı kelimeleri kullanarak tanımlamamız ilişkimizdeki ortak alanın potansiyel gerçekliğini değiştirmez. Temelde aynı sağlam, yaratıcı ve sıcak kaynağın zemine basarız; sevginin zeminine… Birbirimize benlik sınırlarımızı gösterirken bile ilişkideki bütünlüğümüzü hissedebilir, negatif duyguların tuzaklarından sıyrılmayı başarabiliriz. Kendimizi sevmek, karşımızdakini de gerçekten sevmeyi bilmenin ve böylece gerçekliklerimizi birbirimize en doğru yolla göstermenin ve büyütmenin yaratıcı yolunu açar.
Kendimizi yeterince sevmiyor, yani tamlık zeminine basmıyorken de karşı tarafla bir tamlık alanı, bütün hissettiren bir sevgi bağı deneyimleyebiliriz. Fakat bu alan bir süre sonra bizim için bir sınav alanı olur. Benliğimize yönlendirmeye ihtiyaç duyduğumuz sevgi, bizi kendimize uyandırmak için bir başkası aracılığı ile sarstığında, sevgiye bu kişi üzerinden anlam verir, böylece duyusal ve duygusal olarak kendimizi bir başkasına bağlamış oluruz. Sevginin, değerli olma duygusunun kendi dışımızdaki bir kaynağa bağlı olduğu illüzyonunda olduğumuz sürece de, kendimizi egomuzu sürekli tehdit eden bir savaşın içerisinde buluruz. Ego, sahip olmak için hem bizi hem de karşı tarafı manipüle etmeye çalışır. Her şey gerçekliğinden, doğal olandan sapmaya başlar. Kendimizi verici taraf olarak tanımlasak da yaptığımız fedakârlık o alana olan bağlılığımızdan değil, bağımlılığımızdan kaynaklanır. Böyle olduğunda da gerçek bir iletişim zemininde olduğumuzu söyleyemeyiz. Kaldı ki zihnimize sıkıştırmaya çalıştığımız anlam, gerçek sevgi potansiyeliyle birebir örtüşemez. Sahip olmak üzerine kurulu, zihinde sınırlandırılan ilişkiler tatminsiz olmaya mahkûmdur.
Sürekli akan bir musluk düşünün. Elinizde iki bardak olsun. Bardaklardan birini suyun altında, diğer bardağı da ilk bardağın altında tutun. Alttaki bardağın üsttekinden taşan suyla dolmaktan başka seçeneği yoktur. Suyun kaynağıyla direkt temasta duran bardaktaki su ise sürekli temizlenir ve yenilenir. İşte biz de bağlı olduğumuz sonsuz sevgi kaynağıyla aramıza başka şeyler, başka insanlar koyduğumuzda ancak onlardan taşanlarla dolmaya çalışırız. Ve dolmak için onlara bağımlı olduğumuz illüzyonuna kapılırız. Kaynağı bulana dek sevgiyi başkaları üzerinden kendimize akıtmaya çalışırız. Eğer konfor alanımız acı çekmek ise, acıyla birlikte gelen sevgi kadarı ile karşılaşmaya hazırızdır. O kadarını kabul edebiliriz. Belki biz aslında sevgiye maruz kalmaktan korkarız. Oysa sadece doğal olarak sahip olduğumuz o güçle aramıza koyduğumuz bariyerler vardır. Kaynağa dolaylı yoldan yaklaşma çabamız da bundandır. Bu yol zor öğretilerden geçer.
Elbette paylaşımlarda karşı tarafın varlığının payı veya bedensel bağların değeri yadsınamaz. Bazen bir sesin bize dokunuşundaki duyumun ruhumuzdaki yansımaları göz ardı edilemez. Ama onun sevgisinin bana dokunduğu, o dokunuşları böyle güzel yorumlayan bedenimi, kendimi de sevebilmek değil midir bunu anlamlandıran? Sadece karşı tarafa hayranlık duymak yerine, bu ikili gerçekliğe şahit olmak değil midir ilişkide muhteşem ve gerçek olan?
Kendimizi birisi üzerinden değil gerçekten sevebilmek için kızıp kalbimizi kapatmaya çalışmak çözüm değildir.
Kalbimizi sonuna kadar açık tutabilecek kadar cesur olup, sevgiye; o naif güce, onun gösterebileceklerine güvenmek,
Kendimizi sevmeyi öğrenene kadar, o bardak dolup taşana kadar sevginin önüne set koymamak,
Sevginin sağlam zemininden destek alarak yoldaki yüzleşmelere ve öğretilere açık olmak,
Yalnızlığımıza yeterince zaman ayırıp, kendimizle paylaşmaya, ben olmaya özen göstermek,
Kendi yargıcımız değil dostumuz olmak ise gerçekten iyi çözümler olabilir.
Su, dolu bardaktan taşar. Birbirimizden çalmaya çalışarak değil, taşarak birleşir, paylaşarak yenilenebiliriz. Bu dünyada bağlı olduğumuz kaynak doğrudan birbirimiz değiliz. Biz sadece birbirimizin şahidi, aynası, ilhamı olabiliriz. Birlikte anlamı, sevgiyi çoğaltabiliriz.
Kendine karşı sevgi dolu, ego savaşına girmeden benliğini korumayı öğrenmiş iki insanın, aşka giden o yaratıcı, ilham dolu sevgisi gerçektir. Onlar sevgi denilen yüce kaynağa yeni tamlık boyutları geliştirmişler ve potansiyeller eklemişlerdir.
İki taraftan birbirine taşan sevgi, yeni boyutlarda onlara döner.
Ve gerçekler kaybolmaz.
Şimdi tekrar soralım; nedir kaybetmek?
Elvan ERKAL