Fark ettim ki tüm düğmelerim öfke ile etkinleşiyor. Her şeye, herkese karşı beni yanardağ gibi her an patlatmaya hazır hassas öfke düğmeleri… Üç boyutlu animasyon filmlerinin çekim aşamasında, perde arkasında şahit olduğumuz, oyuncuların üzerindeki algılayıcı dolu kıyafetler gibi her milimetrekaremde milyonlarca öfke düğmesi… Boşluk yok, öfke yumağıyla sımsıkı örülmüş bir öfke elbisesi.

Ama neden? Neden üzerimdeki bu öfke kazağı? Neye, kime karşı? Ve nasıl bu kadar hazır her an patlamaya? Kim ördü bu kazağı üzerime? Cevaplar açık: Benim tercihim her an onu üzerimde taşımak ve bu denli hassas kılmak dış uyaranlara. Çıkarıp bir anda atıversem ne hoş olurdu hâlbuki. Çıkarıp yok ediversem sonsuza dek.

Evet, evet ben istedim onun üzerime tastamam giydirilmesini. Ben izin verdim. Annem, babamı, kardeşimi sorumlu tuttum öfke nöbetlerimde. Babamın silikliğiydi annemin üzerime yüklediği görevlerimin sebebi. Bak işte o görevlere de ben izin vermiştim. Al sana yeni bir farkındalık. Anneden, babadan uzak büyümüşlerdi. Aynısını bana da tattırdılar hiç sormadan ne istediğimi. Bana seçim hakkı tanımadılar. Buna gerek de yoktu ayrıca, hakkımda en iyisini ancak onlar düşünebilirlerdi.

Gelince tekrar bir araya, belki de ayrı kaldığımız yılların acısını çıkarırcasına ya da suçluluklarını telafi edercesine, kendi doğruları istikametinde sıkboğaz ettiler yine beni, fikirlerime özen göstermeksizin.

SAYFA-BOLUMU

Ben ezilip, itaat ettikçe sorgusuz tüm kurallara, küçüldüm, küçüldüm, küçüldüm bağımlılıklar büyürken hızla içimde. Annemin kuralları, tehditleri ve cezaları ile besledim kendimi. Arkadaşlarıma kul köle oldum. Derslerimdeki başarılarla var oldum. İçimdeki çocuğu, onun tüm çırpınışlarına rağmen yadsıdım, maharetmiş gibi. Nasıl çocuk olabilirdim ki? Evdeki erkek figürüydüm. Annemin “kocası”, kardeşimin “babası”, erkek arkadaşı, abisi olmalıydım. Ve tabii ki kurallara uymalı, onlara, olanlara “öf!” bile dememeliydim. Demedim de, “öf!” yerine, “peki”lerdi hayatımı dolduran mutlak itaat kelimesi. Vaktim olmadı, eğlenceye, kız arkadaşlara, haytalığa. Platonikti tüm aşklarım. Başarılı olmalıydım, hep başarılı. Göğsünü kabartmalıydım annemin, babamın her daim. Emeklerini boşa çıkarmamalıydım. Kardeşim mi? Beni böyle ezik ve eziliyor gördükçe, kendini aradı azimle ve buldu. Ezdirmedi kendini abisi gibi, doyasıya yaşadı asiliğini. Karnelerinde güller vardı hep, zor kötek meslek lisesini bitirebildi. Nefretini, öfkesini avazı çıktığı kadar haykırabildi anneme, babama karşı. Ne ayıp, ne günah! Annemi, babamı üzmeye ne hakkı vardı! Hemen B planım girdi devreye. Onun yaşattığı üzüntüleri hemen, hem de hiç vakit geçirmeden telafi etmekti asli vazifem artık. Kardeşime de büyüttüm içimdeki öfkeyi ve annemi, babamı onun adına da mutlu etmeye, gururlandırmaya adadım kendimi.

Üniversiteli, hem de tıbbiyeli olunca özgürleşebileceğimi düşünmüştüm. Ne haddime. İstanbul kazanında her an ulaşılabilir olmalıydım. Çağrı cihazı takıldı hemen kemerime. Beş dakika içinde ve her ne şartta olursa olsun geri dönmeliydim mutlaka annemin “Neredesin?” çağrılarına. Geç kalmak yok. Sonra cep telefonu icat oldu. Panasonic G-500. Artık telefon kulübesi de aramak zorunda değildim. Hemen cevap, pardon, rapor, hatta dakika ve skor verebilirdim anneme. Buna rağmen geç kaldım diye az çarpılmadı telefon suratıma. Utanç ve telaştı içimi kaplayan o anlarda.

SAYFA-BOLUMU

Platonik aşklarım devam ediyordu üniversite yıllarında da. Bir türlü cesaret edemiyordum duygularımı hoşlandığım bir kıza açmaya. Nasılsa oldu bir gün. “Beni tanımanı istiyorum!” dedim Bengü’ye. Dokuz ay uğraştı garibim beni tanımak için. Duvar gibiydim. Açamamıştım kendimi. Sıkıldı. Kıçıma tekmeyi bastı. Bir yıl “boşta” gezdim. Ta ki sıkıcı, iğrenç, kasvetli farmakoloji dersinde Tuba’yı fark edene dek. Tecrübeydi yine de, duvar gibi olsam da Bengü ile olan ilişkimde. Hatta bir hazırlıktı belki de Tuba için. Bu sefer daha açıktım her şeye. Annemin tüm kurallarına, kardeşimin tüm kıskançlıklarına rağmen geldi ilişkimiz bugünlere dek, iki güzel çiçekle taçlanarak. Annem bazen sahne arkasından, bazen de sahnede yine yaptı yapacaklarını. FedaKÂRca gözetti bizi. Yemekler gönderdi, sevdiğim tatlardan mahrum bırakmadı beni hiç.

Anlaşmamız vardı evlenirken annemle. Her gün, hatta günde birkaç kez mutlaka arayacaktım onu. Yoksa helal etmezdi haklarını. Önceleri aradım onu istediğince. Sonra “bana ne işte, aramıcam işte” oyunbozancısı oldum. Arada bir arayışlarımda ise, telefonun çaaatt diye suratıma kapatılmaları, ziyaretlerde laf sokuşturmaları, surat asılmaları ezdi beni acımasızca. Haklıydı kadıncağız. Ölesiye saçını süpürge etmiş, böylesine fedaKÂR bir anneye yapılır mıydı bu nankörlük. Çok ayıp. Ziyaret etmek istediğimden, aramak istediğimden değil, onu üzmemek, onu benden mahrum etmemek ve sırf o istiyor diye “hayırlı evlat vazifelerimi” yerine getirmeye koyuldum ödünler vererek. Bunları yaparken de Tuba ne düşünür, ne hisseder, diye zerre kadar düşünmedim. Sonuç belli: sürtüşmeler, küsüşmeler, kızgınlıklar.

Evet, ihmal ediyordum Tuba’yı. Daha çok dinlemeli, daha çok duymalı, daha çok onunla olmalıydım. O ne isterse onu yapmalıydım artık. Annem, babam, kardeşim ve eşim. Yuppi! Yeni bir bağımlılık. Bağımlılık manyaklığı buna dense gerek.

SAYFA-BOLUMU

Ben mi? Hangi ben? Buradayım ya işte. İyi bir evlat, iyi bir ağabey, iyi bir eş. Daha ne olsundu ki? Bir dediklerini iki etmiyordum ya. Bin parça olabiliyordum ya. “Ben”liğimi kaybedip “onlar” olmuştum ya, daha ne? Bekârken annem, şimdi de eşim. Neyi nasıl yapacağımı bilmediğimden, çok şanslıydım ki onlar başımdaydı. Sorar, iznimi alır, yapardım hazır projelerimi; bu kadar basit.

Pardon, konuyu dağıttım! Öfkeden bahsediyordum di mi? Öfkelenmeye elbette hakkım vardı kitaplara göre. Ancak öfkemi ifade tarzım yanlıştı. Bağırıp, çağırıp samanlığı aleve vermem yanlıştı. Nasıl ifade edecektim öfkemi peki? Herkes böyle üstüme geliyorken, hiç kimseye yaranamamışken, herkes böylesine çok öfke düğmeme böylesine üst üste basmaya devam ediyorken, nasıl olur da öfkelenmezdim? Onlar öfkelendiriyor beni! Yeter!!!

Sonra bir şey oldu ansızın ve kendiliğinden. Kuraldışı kaçtı içime. Farkındalık manyağı oldum. Evet, evet ya, bendim tüm bu olanların sorumlusu. Ve bu sorumluluğu tastamam üzerime aldıkça özgürleşebilecektim bu sağlıksız öfke patlamalarımdan. Mutluluğun formülü çok basit. Haklılık sürtüşmesinden mutluluk cennetine giden yolun başlama noktasının içimde başlayan değişim ve nihayetinde dönüşüm olacağı fikriyle yeni bir yol çizdim kendime. Tüm düğmelerimi açığa çıkardım korkusuzca. Hassasım bu aralar. Kablolarını teker teker kesiyorum, haberiniz olsun. Düğme müğme kalmayacak yakında. Son basışlarınızı yapın artık. Bundan sonra “nah!” basarsınız.

Anne, Baba, Dilek, Tuba ve bütün herkes, size sesleniyorum: “Değişimin sonu dönüşüm! BEN oluyorum”, haberiniz olsun. İçimdeki çocukla buluştum. BİR olduk, BİRLİK olduk. İlham olur belki de bu bizim BİRliğimiz. Bundan böyle zor bükersiniz bileğimizi. İstediğinizi vermeyeceğiz size. İstediğimizi, istediğimiz zaman ve istediğimiz şekilde vereceğiz. Hadi size iyi günler!

 

Share This