Çıktığım yurtdışı gezilerinden sonra en sevdiğim uğraşlardan biri fotoğraflarımı arşivlemektir. Henüz belleğimde anılarım taze iken aynı yerleri yeniden gezdiğimi, aynı duyguları yeniden yaşadığımı hissederim böylece. Bu kez Vietnam, Kamboçya ve Laos’daydım. Fotoğraf makinamda gözlerimin önünden akıp giden yüzlerce kare var. Her biri ayrı bir anı. Dünyanın yedi doğal harikasından biri olan Halong Körfezi, yamaçlarında maymunların yaşadığı ve sadece kuş cıvıltılarının duyulduğu lagunalarda sessizce yol alışımız, Mekong deltasındaki tekne gezintilerimiz, Luang Prabang’da muhteşem gün batışı, Angkor Vat’ta puslu gün doğumunun yarattığı huşu veren anlar, büyüleyici güzellikte nilüfer çiçekleri, içine uçak inebilecek büyüklükte ve milyonlarca yıllık doğa olaylarının etkisi ile şekillenmiş Halong mağarası, o anda cennette olduğumu hissederek yüzdüğüm serin ve masmavi sulara sahip Laos Kuangsi şelaleleri bunların sadece birkaçı.
Ama gözümün önünde sadece bu güzellikler yok maalesef. Vietnam’da yakın geçmişte yaşanan -büyük güçlerin yönlendirmesiyle kardeşin kardeşe açtığı- savaşın derin ve acılı izleri var. Ormanlık alanda sürdürülen gerilla savaşına ait katledici tuzaklar ve kapanlar, ben şu anda paşa gönlümün keyfiyle bir dakika bile bunun içerisinde kalmakta zorlanırım ve nefes alamam diye düşündüğüm ama amacı canını kurtarmak ve yaşamda kalmak olan Vietnamlı askerlerin günler ya da aylar boyunca içinde yaşayabildiği yeraltı tünelleri var. Savaş müzesindeki yürek burkan fotoğraflar, savaşta kullanılan portakal gazının sonraki nesillerde oluşturduğu genetik etki ile ortaya çıkan sakatlıklara sahip insanların dramatik yaşam görüntüleri var. Portakal gazından tahrip olarak kapkara bir çalı çırpı yığınına dönüşmüş ormandaki yalnız ve çıplak çocuğun görüntüsü, nehirde evlatları ile birlikte savaştan kaçmaya ve hayatta kalmaya çabalayan bir annenin acılı yüzü ve bebelerinin bakışı var.
Kamboçya’da bundan yaklaşık 40 yıl kadar önce yani ben dünyanın öbür ucunda her şeyden habersiz ilk gençlik yıllarımı yaşarken, seçimle başa gelen kişinin gücünü kötüye kullanarak gençleri kendi arzusu doğrultusunda silahlandırması, işçileri okumuş halka karşı kışkırtması ve sırf okumuş oldukları için bir işe yaramadığını düşündüğü yaklaşık 3 milyon insan için ölüm emri vermesi sonucunda katledilerek gömülmüş insanların bulunduğu ölüm tarlaları var. Kafası kesilerek gömülmüş yüzlerce cesedin bulunduğu, ileride büyüyüp intikam almasın diye ve de kurşun ziyan etmemek için başları ağaca vurularak öldürülmüş bebeklerin atıldığı çukurlar var. Sadece kafatası kemiklerinin üst üste dizilerek oluşturulduğu büyük kuleleri kapsayan binalar ve katledilmiş insanlara ait giysi yığınları var. Liselerden dönüştürülerek işkence merkezi haline getirilmiş binalarda, kaçmaması için dikkatlice kayda alınmış ve fotoğrafları çekilmiş yüzlerce insanın tarifi imkânsız duygular içeren bakışları, duvarlarında hâlâ kan lekeleri duran işkence odaları, sırf aydın olduğu için işkence görerek öldürülmüş bir tıp profesörünün 1 metrekareden küçük hücresinin duvarına çizdiği ve hâlâ orada duran kalp resmi var.
Okumuş insanlarını böylesine yararsız, hatta zararlı görerek düşman bilen, nüfusunun üçte birini ellerinde nasır yok, gözünde gözlük var, kollarında amele yanığı yok gibi bahanelerle evlerinden toplatıp ölüm tarlalarında katleden bu ülkede, insanlar bugün pisliğini yaptığı nehir suyunu aynı zamanda da içerek, turistik gösteri olsun diye değil gerçekten hayatta kalabilmek için nehirden bulduğu yılan, akrep, timsah ne varsa yiyerek yaşam mücadelesi veriyor. Bunları halkına yaşatan lider maalesef yaptıklarının bedelini ödemeden ölmüş. Tek partili seçimle gelip de ülkeyi yönetenlerin dışında bir de kraliyet ailesi var Kamboçya’da. Tüm bu olaylar sırasında “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen sözde kral da mevta olmuş, ama kralın oğlu şu anda halk bok içindeki sularda yaşarken, altın kaplamalı sırça sarayında ihtişam içinde yaşamını sürdürmekte. Kamboçya halkı yaptıkları ile yüzleşmekten kaçar, suçluluk ve utanç duyguları ile yaşar halde. “Bakın geçmişte bütün bunları biz yaptık” diyerek insanların karşısına çıkabilecek cesarete sahip tek bir rehberleri olmadığından, turistler tarihe ancak kulaklıktan dinledikleri bilgilerle tanıklık ediyor. Ülkenin hukukçu, doktor, mühendis gibi tüm okumuşlarını ve bilim insanlarını yeniden yetiştirebilmek için, turistlerden kampanyalarla toplanan paralardan medet umuluyor. Kamboçya halkı geçmişin acısını yüreğinde ne kadar hissediyor bilmiyorum ama ben, üzerine birçok insanın sevgi ifadesini belirtmek için renkli kurdeleler bağlamış olmasına rağmen gövdesinin rengi kapkara olan ve “Beni neden bebeklerin öldürülmesine alet ettiniz?” diye adeta için için ağlayan ağacın acısını içimde hissettim.
Gezmeyi severim ben. Değişik yerler, değişik kültürler, değişik yaşamlar görmeyi. Her yolculuk beni biraz değiştirir. Giden halimle geri dönen halim bir değildir sanki. Ama ilk kez bir seyahatten bu kadar buruk döndüm. Burukluğumun sebebi, bilinçsizliğin insanı ne kadar şeytani boyutlara taşıyabildiğini, inandığı liderin acımasız amaçlarının peşinden giden, bir şekilde kandırılan ya da hiç sorgulamadan otoriteye itaat eden insanların ne kadar vahşileşebileceğini bu kadar somut delilleri ile yakından görmüş olmak. Sorgulamak bilinçli olmayı gerektirir ve bilinci yüksek olmanın okumakla, diplomalarla ilgisi yok. Nefret değil sevgi yayan, öfke ve kin değil merhamet duyan, ayrıştırıcı değil kapsayıcı ve birleştirici olan, tüm canlıların, doğanın iyiliğini ve bütünlüğünü gözeten bir insan olmakla ilgisi var. Neden-sonuç bağlantılarını doğru kurabilen, sadece kendi yaşam deneyimlerinden değil başkalarının deneyimlerinden de öğrenebilen, geçmiş yaşantılardan dersler alabilen bir insan olmakla ilgisi var. Ben bu gezinin sonunda hem insan olmaktan, hem de insanlığın içinde bulunduğu bu yüz karası durumdan utanır haldeyim. Gelecek, birçok insan gibi beni de endişelendiriyor ama yine de yüksek bilincin ve gerçek insan potansiyelinin hâkim olduğu bir dünyayı hayal ve ümit ediyorum.
Prof. Dr. Sema Baykara