Toprağın şifasına inanıyorum. Tohumun, ağacın, bitkinin… Özellikle yabani bitkilerin… Ancak bitkisel şifa dağıtıcılarına karşı biraz tereddütlüyüm doğrusu zira bu konularda enteresan tecrübelerim oldu.

Her gün gelen ve posta kutumun yarısını dolduran zincir postalarda karşıma çıkıyor çoğu. ”İşte şudur kanserin ilacı.”, ”Asıl budur bilmem neyin şifası.” şeklindeki öğütleri ne okuyorum, ne de aktarıyorum. Akıllıca kullandığınızda gerçek bir bilgi hazinesi olan internetin gün geçtikçe bir bilgi kirliliği havuzuna döndüğünü düşünenlerdenim.

Çocukluğumdan beri yediklerimden, içtiklerimden, tecrübe ettiklerimden, ilk elden dinlediklerimden anladığım ve inandığım tek şey şu: Dengeli yağ – kas oranlarına sahip olduğunuzda, bol oksijen aldığınızda, iyi, kaliteli, temiz gıda ile bedeninizi güçlendirdiğinizde bedeniniz hastalıklara karşı kendi kendine savaşıyor. Bu savaşı kazanıyor da üstelik.

Ancak moral bozmak pahasına açık konuşmak gerekirse, otuz sene boyunca patates cipsi, pizza, mayonez, şeker, gofret, meşrubat, mısır yağı, margarin ile tarumar edilmiş bir bünyenin sağalması da o kadar kolay olmuyor. En basitinden pankreas, mide, bağırsak, karaciğer doğru çalışmıyor. Beden, istese de kendini toparlayamıyor.

SAYFA-BOLUMU

Doğal nimetlerden bilinçli şekilde faydalanmak, aşırılıkları kesmek, üstelik hayatınızdan hiçbir şeyi tamamen çıkartmak zorunda kalmadan… Bunu açıklayacağım. Ama önce bu yazı nereden çıktı, onu açıklamam lazım.

Nazilli’de çiftliğe her gün gelenleri anlatırım arada, hatırlarsınız. Kapıdan kovsak bacadan giren, tereyağını nasıl güzelce sahteleştirebileceğimizi anlatan, pekmezin, balın, zeytinyağının, salçanın, bakliyatın hilelerini yüzsüz yüzsüz sayıp ürünlerini pazarlayan şirin insanlar falan hani…

Son zamanlarda bir de ”Biz şunu keşfettik, sen bunu tanıtır mısın?” diyenler üşüştü. İlginç de geldi bana, hepsini alıyorum karşıma dinliyorum. Bir gün yazarım ben bunları, güleriz diye notlar alıyorum. Yazacağım da yakında. Ama geçen hafta bunların en tuhafı geldi. Yok, bunu şimdi anlatmazsam çatlarım:  Ölümsüzlük iksiri yaratmış!

Ufacık bir şişe tutuyor elinde. Bir şeyler anlatıp duruyor, dinliyorum, bir yandan da elime aldığım şişeyi açıp kokluyorum. Kokusundan anladığım kadarıyla zeytinyağına kekik ve günlük otu katmış. 50 mililitrelik şişelere doldurmuş. ”Pınar Hanım, bu şişedeki sıvı on yedi çeşit kanser türünü ve toplamda kırk altı çeşit hastalığı kesin olarak tedavi ediyor” diyor. Tek bir damlası yeterliymiş üstelik. ”Yani şişeyi içersek sülalece tedavi oluyoruz” diyorum. Gülmüyor, bozuluyor hatta. ”Beni internette bir araştırın” isterseniz deyip gidiyor.

Araştırdım da… Yalnız bundan sonrası hiç öyle komik falan değil. Adamın ürünlerini satın alan önemli denebilecek bir kitle var. Fakat ne hoştur ki mucize arayışı forumlarında falan adam eşiyle beraber yorum yazıyor kendi ürünü için. Hüsniye ile akşama kadar okuduk okuduk güldük.

SAYFA-BOLUMU

Sefer ile tanışmış olanlar bilir, bir ayağı aksar. Yıllar önce Beydağ’a çıkmış arkadaşlarıyla. Avcılık yapacaklar sözde. Bir arkadaşı kazara Sefer’i ayağından vurmuş orada. Yarası da hala tam iyileşmedi, arada bir kantaron yağı kullanır, hayatına sorunsuz devam eder.

Bizim masanın üzerinde duran şişe… ”Sefer bak bu ölüyü diriltiyormuş, ayağına da faydası olur” dedik. Öyle mi, böyle mi derken şişenin üzerindeki telefon numarasından adamı aradı bu. Adama göre sıcak çayın üzerine bir yudum bu yağdan içecekmiş, 24 saat geçmeden ayağındaki aksamadan eser kalmayacakmış. Sefer içti o yağı. Çarşamba akşamıydı.

Bugün Cumartesi. Sefer üç gündür mide yanması çekip üç gündür adama sinkaflı sinkaflı laflar ediyor. Ben gülüyorum. Ama o adama da kızmıyorum. Kızamıyorum. Size tanıtmam için bu mucizevî yağı bana getiren adamın kabahati, bu saçma şeyleri alanların kabahatinden fazla değil.

Tedavi olabilmek için bir çizgi var. Siz bu çizgiyi geçecek halde iseniz kimse bir şey yapamıyor. Koruyucu tıbbın, dikkatli davranmanın, doğru seçimleri yapmanın önemini bu çizginin öncesinde fark eder iseniz şanslılardan oluyorsunuz. Bu kadar basit.

Ne yediğiniz, nerede gezdiğiniz, evinizin nerede olduğu, nerede tatile gittiğiniz, nerede çalıştığınız bu çizginin ötesinden çok berisinde önem kazanıyor.  Her şeyden kaçamayız, hemen yarın sırt çantamızı alıp Katmandu’ya gidemeyiz ama kaçabildiğimiz birkaç şey ile hayatta kalabiliriz. Hayatta kalabilmek; hep karşınıza çıkan ”Biz öleceğiz sen yüz elli sene mi yaşayacaksın?” sorusunda aranan yanıt değil. Hayatta kalabilmek, son anımıza kadar sağlıklı, aklı başında, kendi işlerimizi görebilir halde olmaktır.

SAYFA-BOLUMU

Ölümsüzlük iksirinin formülünü değil belki ama metabolizmayı sağaltan, sizi sağlam tutacağından emin olduğum birkaç şeyi yazacağım.

Nar suyu, havuç suyu, zencefil, limon, bir kaşık bal, biraz da tarçın karışımı… Sabah kahvaltısı ile birlikte bunu içiyorum. Üçüncü gözüm bir yana kalsın, dördüncü gözüm bile açılıyor.

Öğlenleri salatanın içine keten tohumu atıyorum. Hiç öğütmeden. Eğer ”Çok çatır çutur oluyor” derseniz doğrayıcıya atıp çıkan yağını kullanın. ”Yok, bununla da uğraşamam” derseniz bana yazın, biz yaparız size. Doğurganlığı, yani sizdeki yaşamı arttırdığı kesin. Keten tohumu, Türkiye’de en güçlü değerlere Kars’ta ulaşıyor. Çernozyumlu toprakta yani…

Cevizi hiç ihmal etmeyin. Esmer cevizden, yani yerlisinden başkasına dokunmam ben. Kabuğu koyu renk olan, yağından dolayı da çabucak yumuşayan bu ceviz türü hepsinden değerli.

Yumurtayı haftada iki kez yiyorum. Rafadan değil de katı her zaman…

Üzüm pekmezini sadece ben yemiyorum. On yaşındaki kızım da, yirmi iki aylık torunum da günde mutlaka bir kaşık yiyorlar. Süzme yoğurda pekmez dökmek İpek’in en büyük zevki.

Akşamları da ya sebze olur ya bakliyat ya da balık… Çocuklarla ortak tercihimiz bu da. Bu üçü döner durur; birlikte yemiyoruz.

Hafta sonu ortalıkta kimse yoksa sarımsak eziyorum. Yoğurt ile karıştırıp yemeğin yanında tüketiyorum. Huzurlu, sakin, iyileştirici bir uyku veriyor. O uyku da bana bütün bir hafta yetiyor sanki.

Tereyağı ve zeytinyağından başka yağ sokmuyoruz mutfağa. Asla. Ege’de kimsenin mutfağında da görmedim şimdiye kadar. Çiçek yağı bu bölgede nasıl desem… Köylerde biri çiçek yağı kullanıyorsa üzülüyor ona komşular. Yoksulluktan çiçek yağı kullanılıyor gibi bir durum… Matah bir şeymiş gibi büyükşehir marketlerinde satılmasına şaşırıyorlar.

Tatlı ihtiyacımızı sütlaç, tahin – pekmez, kızarmış ekmek – bal, olmadı bir avuç kuru üzüm ile gideriyoruz. Dışarıda yiyorsak bir dilim pastayı yakın bir arkadaşımız ile paylaştığımız da oluyor. Bu kadarcık bir şeyden panik olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Yeter ki alışkanlık haline getirip de her akşam eve altı kişilik pasta ile gitmeyelim.

Sütü, süt olarak içmem pek. Yoğurt olarak tüketirim. Türk kahvesi günde bir kez, telvesini içmeden. Sigara asla… Ciddi ölçüde kilo almış olmama rağmen sağlık taraması değerlerimin şaşılacak kadar iyi çıkmasının sebebi belki budur dediğim için paylaştım. Siz de bana yazarsanız ekler çıkarır, doğrusunu buluruz.

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/olumsuzluk-iksiri/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/olumsuzluk-iksiri/" data-text="Ölümsüzlük İksiri" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/olumsuzluk-iksiri/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This