Gün ağarıyor. Mavi, pembe, sonra biraz beyaz. Göz kapaklarım işte o zaman ağırlaşıyor. Kulaklarımda aynı uğultu. Karşımda yüzlerce öğrenci. Cıvıl cıvıllar.Göğsümün ortasına iplerle bağlanmış özgürlük anıtı, kapanan bir kapının sesiyle düşüyor. O an kalbim hızla çarpmaya başlıyor ve adımlarını duyuyorum onun. Gözlerim yerde. Yaklaşan yüzüne bakamıyorum.
Uyanıyorum.
Okulda odamdayım. Havada o tanıdık beklentinin kokusu.“Neredesin?”diye mırıldanan sesimi duyuyorum. Gözlerim bu defa kapıda.
Yıllar önce kışı karşılamaya bayıldığım pembe hırkamı giymiş, ilk yayınım üzerinde çalışıyordum. Kapım çaldı. İçimde yine neler yapamadığımı anlatan kasvetle konuşurken çaldı.
“Girin.”
Kahverengi. Gözlerime ilk değen o güzel, kahverengi saçlarının rengi. Ne güzel renkmiş kahverengi… Küçük bir baş hareketiyle alnındaki perçemi geriye attı. Pırıl pırıl gözlerini gördüm. Şeffaf ama sağlam bir kapının arkasında başka diyarlara açılan derin bir kuyu gizli sanki. Zaman yavaşladı.
“Merhaba, Merih ben. Son yılım. Dersinizi almak istiyorum.”
Konuşmuyor sadece izliyorum. Devam etti.
“Geç kaldım biliyorum. Ama telafi edebilirim”
Sesi ne kadar özgüvenli ve coşkulu.
“Merih…” derken sesimi tanıyamıyorum. Özenle süslenmiş ama çatallanan bir ses. Gözlerimin parladığını görebiliyor. Gülümseyerek karşılık veriyor. Böyle olunca utanıyorum. Bu heyecan nasıl da özlediğim bir duygu. Sanki bütün odayı masumiyet kaplıyor ve gittikçe soyuyor duyguları. Yoksa zırhını çıkarıp pembe hırkasını giydiği savunmasız bir anda mı bu heyecanı yaşayabiliyor insan?
Derslerime artık bir an önce onu görebilmek heyecanıyla giriyorum. İkimizin çıkacağı yolculuğa bavulumu toplamamı söyleyen bakışlarını görmek istiyorum. Uğultunun içinde kaybolan sesimden sıyrılıp en arka köşedeki kalorifere oturmuş camdan dışarıya baktığımızı hayal ediyorum. Hep aynı hayalde, aynı yaşta ve çok aşığız.
Bu heyecanla geçiyor günler. Daha şık giyiniyorum. Saçlarımı toplamıyorum.
Dışarıda bir şey olmuyor, olamaz ya zaten. Ama içim… İçimde hep o coşku bulduğum yere yetişme telaşı.
Son ders günü odama geliyor.
“Merih’cim gelsene.” Şu ‘cim’ eki iyi ki var.
Masama eğiliyor, son yazısına bakıyorum. Sanki gözlerine bakmam için ısrarla durmadan konuşuyor. Sesi bana ulaşmak zorundaymış gibi. Oysa her zamanki gibi iliklerime işliyor. Bu heyecan içinde bile, okuduğum paragraftaki anlatım ustalığı beni derinden etkilemeyi başarıyor. Sonunda, bu kadar yakınken gözlerine bakma cesareti buluyorum. Nefesini hissediyorum. Bu anı beklemiş gibi elindeki zarfı masamın üzerine bırakıyor.
“Ama asıl öykü bu” diyor.
Yavaşça gözlerini gözlerimden çekiyor.
Gidiyor. Tek kelime edemiyorum.
Saçlarına son kez bakıyorum ve kahverenginin başından beri bir renkten fazlası olduğunu anlıyorum o an.
Zarfın üzerinde on yıl sonra bugünün tarihi yazılı. Şaşkınlık ve heyecanla açıyorum.
“Yıllar önceydi. Aşık olmuştuk.Ama sen buna hazır değildin çünkü özgür değildin. Şimdi seninle aynı yaştayım. Biliyorum ki bugün kapında belirirsem, bu yarım kalan aşkımın hikayesi.
“Bu seni şaşırtır mı? Sence on yıl önceki bir aşkın bizdeki gerçekliyle şimdiki aynı olur mu? Gözler hep aynı sebepten mi konuşur, yoksa sebepler değişince aşk da kendi yoluna mı gider? Bunu görmek istiyorum. Ama belki de sen bana gelmeye cesaret edersin.”
Ona gitmem için hergün biraz daha geçti. On yıl geçmişti. Çekmecemde çıkarmaya cesaret edemediğim ama içime kazınmış bir mektup. Üstümde başka bir hırka. Kapıya bakıyordum.
O, her kelimesine hayran olduğum bir yazardı artık.
Gelmedi.
Hayal kırıklığıma anlam veremiyordum. Kızmalı mıydım? Peki, kime?
Yıllar sürmüş gizli beklentim için teşekkür etmeli miydim? Her şeyin anlamını yitirdiği anlarda bile umut hediye etmişti o bana. Siluetlerimiz her gün biraz daha gençleşmişti hayalimde. Camın önündeki o üniversiteli aşıklar olduğumuza neredeyse inanacaktım.
Gelmedi.
Kapıyı aralayıp bir daha “Geç kaldım biliyorum. Ama telafi edebilirim” demedi.
İki yıl sonra gazetede ölüm haberini okudum. Hiçbir şey hissetmedim. Öyle sandım. Dokunamadığım onca umut hiç ete kemiğe bürünmemiş gibi… Ancak şimdi fark ediyorum içimde ağır bir taşın büyümekte olduğunu.
Elvan ERKAL