peter-pan-kusagi-i

Bu yazının aslı, 20 Temmuz 2012 tarihinde mailonline adlı sitede yayınlanmıştır. 

Geçen gün, iş için Londra’da bulunan babamla yemeğe çıktık. Beni en sevdiği bara götürdü ve domates çorbamızı içtikten sonra ana yemekleri beklediğimiz sırada -mucizevî biçimde- şimdiye dek hiç açmadığı bir konuda benimle sohbet etmeye başladı.

Garsona tedirgin bir bakış atıp şarap kadehini kafasına diktikten sonra bana hayatımla ilgili planlarımı sordu: Evlenip yuva kurmayı düşünüyor muydum? Ev alacak birikimim var mıydı? Kariyerimdeki bir sonraki adımım ne olacaktı?

Ufak bir suskunluğun ardından babama boş boş bakıp yeniyetmelerin bayıldığı o ebedi cümleyi söylemeden önce omuz silktim: “Bilmem.”

Gelgelelim ben yeniyetme değilim; 34 yaşındayım.

Benim yaşımdayken babam, altı yaşındaki kız kardeşimi ve sekiz yaşındaki beni okuldan alıyordu; üstelik evde üç yaşında bir kızı daha vardı. On senedir çalıştığı bir işi, düzenli bir geliri ve evi vardı.

Kısacası kendi neslinden orta sınıfa mensup her adamın sahip olduğu debdebe ve sorumluluklar…

Öte yandan, bense kız kardeşimle birlikte kirada oturuyorum ve bir miktar birikime sahip olsam da düzenli bir gelirim yok.

Evlilik ve çocuk meselesine gelecek olursak bu benim için sadece bir fikirden ibaret; üstelik bunu gerçekleştirmeye 23 yaşımda olduğumdan daha yakın değilim.

Babamın nazikçe ifade ettiği “hayatıma dair planlarımın” en uzun vadelisi bile ertesi hafta sonunun ötesine geçmiyor.

“Artık bunları düşünmeye başlamanın zamanı gelmedi mi sence” diye sordu. “Biliyorsun, artık 20 yaşında değilsin.”

Bunun farkında olduğumu sanmıyorum.

Yetişkinler cemiyeti üyesi olmanın bazı gereklerini yerine getirsem de -vergi ödüyorum, oy veriyorum, bağış yapıyorum- bazı konularda iflah olmaz biçimde yaşımı reddediyorum.

Gerçi şimdiye kadar ya kendi seçimim ya da kaderin yardımıyla -hoş, hangisine bel bağlayacağımı hâlâ bilemiyorum- çoktan hayatımın aşkını bulup onunla yuva kuracağımı sanıyordum ama öyle olmadı.

Sonuçta hâlâ on yıl önceki gibi yaşıyorum; geleceği düşünmeden paramı çarçur ediyorum. Param suyunu çekene kadar dışarıda arkadaşlarımla eğleniyorum.

Bir daire almak için para biriktirme fikri gözümü o kadar korkutuyor ki kirada oturup paramı sokağa atmayı tercih ediyorum.

Henüz yetişkinliğe adım atmamı gerektirecek bir durumla karşılaşmadığım için ben de bu konuda hiç çaba sarf etmedim.

Bu benim pervasız, sorumsuz ve toy kalmış olduğumu mu gösterir? Evet. Ama en azından bu konuda yalnız olmadığımı bilmek beni avutabilir.

Geçen hafta, benim gibilere bir isim bile taktıklarını öğrendim. Biz, Peter Pan kuşağıymışız; yaşları 25 ila 40 arasında değişen ve uzatmalı bir ergenlik hayatı yaşayan, sorumluluk almaktan  (evlilik, çocuk, mortgage) mümkün olduğunca kaçan geniş bir kesim varmış.

Kent Üniversitesi’nde bu konu üzerinde çalışmalar yürüten sosyoloji profesörü Frank Furedi “Toplumumuz yetişkinliğin kıyısında takılan yitik kız ve oğlanlarla dolu” diyor.

Bu kişileri tanımlamak için bazen “yetgen” sözcüğü bile kullanılıyormuş. Bu genellikle kemale ermeyi, yükümlülük altına girmeyi reddeden ve orta yaşa dek vur patlasın çal oynasın tarzı bir yaşam sürmeyi yeğleyen kişileri tanımlamak için kullanılan bir sözcükmüş.

Profesör Frank Furedi, bu kişilerin 30’lu yaşlarına kadar anne babalarıyla birlikte yaşayabileceğini, evlenmekten mümkün olduğunca kaçındıklarını hatta yetişkinlikleri boyunca bekâr kalıp 20’li yaşlarının başlarında benimsedikleri yaşam biçimlerini sürdürdüklerini belirtiyor.

Bu ilginç akımı görmek için istatistiklere bakmak yeterli.

1970’lerde erkekler ortalama 24 kadınlarsa 22 yaşında evleniyormuş. Günümüzde ortalama evlilik yaşı, erkekler için 32 kadınlar içinse 30.

Yakın tarihli bir rapor 30’lu ve 40’lı yaşlarının sonunda evlenen kadınların sayısının geçtiğimiz on yıla göre iki kat arttığını gösteriyor.

Bu arada 1970’de 24 olan kadınların aile kurma yaşı ortalaması günümüzde 28’e yükselmiş. Tıp alanında yaşanan gelişmeler sayesinde kadınlar daha ileri yaşlarda doğum yapabilme olanağına kavuştukları için 40 yaşına kadar aile kurmayan kadınların sayısı her geçen gün artıyor.

Dahası çoğumuz hiç evlenmemeyi seçiyor. Ulusal istatistik dairesinin geçen yıl sonunda yayınladığı verilere göre 50 yaş altındaki kadınların yarısından fazlası hiç evlenmemiş; bu oran 30 yıl öncesinin iki katı.

Ev alma konusuna gelirsek 80’li yıllarda hayatında ilk kez ev kredisi alanların ortalama yaşı yirmi dokuzmuş; bugün ise otuz sekiz. 2025 yılında bunun 41’e çıkacağı öngörülüyor.

Peki, bunun sebebi ne? Benim kuşağımın yaşamıyla anne babalarımızınki neden bu kadar farklı?

Doğrusu ekonomiyi suçlayabilirsiniz. Yetişkinliğe adım atmak -ev almak- eskisinden daha zor. Mülk sahibi olmak için para biriktirmek amacıyla anne babasının yanına taşınanların sayısı gün geçtikçe artıyor.

20 ila 34 yaşında olup anne babasıyla birlikte yaşayan üç milyon kişi var. Ulusal istatistik dairesinin verilerine göre bu üç milyon kişi 1997 ile 2011 yılları arasında yüzde yirmi arttı.

Anne babalarıyla yaşamayanlar bile mali açıdan onların eline bakıyor. Sene başında yayınlanan bir rapora göre 13 milyon ebeveyn, 40’lı yaşlarını süren çocuklarına ait kredi borçlarına 34 milyar sterlin ödemiş.

Anne babamın mali durumu beni maddi açıdan destekleyebilecek durumda değil; ben de ev kredisi almanın çok külfetli olduğunu düşünüyorum, bu yüzden ben de -gayet çocukça bir kararla- bu konu üzerine hiç düşünmemeye karar verdim.

Ancak bu yalnızca buzdağının görünen kısmı. 60’lı yaşlarını süren Profesör Furedi, günümüz yetişkinlerinin “çocuksulaşmasının” ekonomiye -veya emlak fiyatlarına- bağlanamayacağını söylüyor.

“Gazetelere göz atınca gençlerin yaşam koşullarının hiç günümüzdeki kadar korkunç durumda olmadığına dair haberlerle dolup taştıklarını görürsünüz; belli ki toplumsal belleğimiz zayıflıyor zira böyle bir durum söz konusu değil. Geçen yüzyılda da ekonomik duraklama ve bunalımlar yaşandı ancak kişiler ciddi maddi sıkıntılar içine düşse ve beş parasız kalsa bile bizim kuşağımızda her koyun kendi bacağından asılır düşüncesi hâkimdi. Şimdiyse insanlar bahaneler uyduruyor” diyen Profesör Furedi, bu meselede daha ciddi psikolojik etkenlerin rol oynadığını -ve büyümeyi reddedişimizin kökeninde korkunun yattığını- düşünüyor.

“İnsanlar kendilerini yetişkin saymaktan ürküyor. Yetişkin olmanın onlara hiçbir şey kazandırmayacağını düşünüyorlar; kültürel değerlerimizin tümü gençlik üzerine kurulmuş durumda ve bunlardan uzaklaşmak insanları kaygılandırıyor” diyor Profesör Furedi.

peter-pan-kusagi-ii

Yetişkinlerde görülen, Harry Potter, Açlık Oyunları ve Alacakaranlık gibi çocuklara ve ergenlere hitap eden kitaplar okuma eğiliminin, Simpsons gibi çizgi dizilerin popülerliğinin ve bilgisayar oyunları oynayan yetişkinlerin sayısının artmasının yetişkinlikten kaçış arzusunun semptomları olduğunu düşünüyor.

“İnsanlar olgun olmayan davranışlarının kaygısızlıktan kaynaklandığını sanıyorlar oysa bunlar korkudan kaynaklanıyor. Günümüz kültürü insanların gelecekten ve risk almaktan korkmasına yol açıyor. Hatta bunlara evden ayrılmayı ve âşık olmayı da ekleyebiliriz. Artık insanlar kırılmaktan korktukları için başkalarına bağlanmaktan ve sorumluluk almaktan kaçınıyor ve bunları erteliyorlar” diye ekliyor Profesör Furedi.

Yani ben tam teşekküllü bir yetişkin olmaktan mı korkuyor muşum? Mali ve duygusal taahhütler mi gözümü korkutuyormuş?

Belki de ama bana daha ziyade kendimi henüz büyümeye -veya kemale ermeye- hazır olmadığıma inandırdığım için bu durumdaymışım gibi geliyor.

Anne babamın kuşağı, mezun olur olmaz, 20’li yaşlarının başlarında doğrudan iş hayatına atılıp aile kurarken biz daha fazla olanağa sahibiz, demek ki bu mevzulara girmeden biraz daha oyalanabiliriz.

Doğum kontrolü ve toplumsal yargılardaki değişimler, çabucak evlenip çoluk çocuğa karışmak zorunda olmadığımızı ve iş hayatına dair elimizde birçok fırsat olduğunu gösteriyor.

Annem reşit olduğunda önünde üç seçeneği varmış: ya öğretmen ya hemşire ya da sekreter olacakmış. Oysa kızlarının yaşamı onunkinden hayli farklı.

Biz üniversiteye gittik ve bize ne istersek olabileceğimiz söylendi. Kariyerlerimizde ilerledik ama dünyayı gezmeyi de ihmal etmedik yani annemin ancak rüyasında görebileceği özgürlüğe sahiptik.

Önümüzde pek çok seçenek vardı ki hâlâ var. Birçok kişi bunun iyi bir şey olmadığını savunabilir.

Alexandra Robbins ve Abby Wilner, birlikte yazdıkları ve bundan on yıl önce yayınlanan çığır açıcı kitaplarında, 20’li yaşlarını süren ve önlerinde dünyanın fırsatı olan ancak hangi yöne gideceklerini bilemeyen kuşağın kaygılarını dile getirmek için “çeyrek yaş krizi” deyimini ortaya attılar.

Onlara göre biz önümüzdeki seçeneklerden, sorumluluklardan ve kendimizden şüphe etmekten bunalmış durumdayız.

Greenwich üniversitesinden Oliver Robinson gerçekleştirdiği yakın tarihli bir araştırmanın sonuçlarına göre 20’li ve 30’lu yaşlardaki bireylerin “talep eden bir mizaca” sahip oluşu bu kişilerin vasat, ağır aksak, geleneksel bir yaşam tarzından –başka bir değişle anne babalarımızın benimsediğini varsaydığımız yaşam biçiminden- hoşnut olmadığını gösteriyor.

Gelgelelim özgürlüğümüzden de hoşnut değiliz.

Aslında evlenip evlenmemek, çoluk çocuğa karışıp karışmamak, seyahat edip etmemek, yeni bir işe girip girmemek gibi kararlar vermek bizi bunaltıyor ve kaygılandırıyor.

Ama kadınların –Peter Pan ruhluların bile- sonsuza kadar erteleyemeyeceği bir karar var ki o da çocuk doğurup doğurmamak.

Yıllardır çalışmakla ve eğlenmekle o kadar meşgulüm ki bunu hiç düşünmedim bile; şimdi, 34 yaşımda bile anne olup olmak istemediğimi bilmiyorum. Henüz annelik güdülerim uyanmadığı gibi kapımda sıraya girmiş baba adayları da yok doğrusu.

Her halükarda kendime henüz bunu düşünmem gerekmediğini söyleyerek kendimi kandırıyorum zira 41-42 yaşında çocuk sahibi olan kadınlar var; demek ki daha önümde uzun bir zaman var.

Peki, gerçekten de öyle mi? Doğurganlığın 30’lu yaşlarda azaldığı su götürmez bir gerçek ve ben günün birinde uyanıp annelik trenini kaçırdığım için pişman olmaktan korkuyorum.

Ebedi genç arkadaşlarımla bu konularda konuşuyoruz ama geçenlerde sayımızın eskisi kadar kalabalık olmadığını fark ettim.

Şimdilik “şimdiki zamanda” yaşayan yeterince arkadaşım var ama çoğu neredeyse bana çaktırmadan ev alıp yuva kurmanın bir yolunu bulmuş.

Ben eskisine sımsıkı tutunurken onlar hayatlarının yeni evresinden gayet mutlular.

Aslına bakarsanız müzik sustuğu halde partide tek başına dans eden son konuk durumuna düşmekten ciddi ciddi korkuyorum. Bu bana benim gibi kadınlara takılan daha nahoş bir lakabı hatırlatıyor: Otuzlarındaki ergen hatun.

Anlaşılan loş bar ışıklarında kırışıklarımızın görülmemesi ve şık kıyafetlerimiz sayesinde 20’li yaşlarda görünmeye çalışıyoruz ama bu çok hüzün verici bir durum. Belki de büyümenin zamanı gelmiştir.

Hele bir yaz geçsin de bakarız…

Yazan: Marianne Power

Çeviren: Ertuğrul Memed Koç

 

Share This