New York’lu yazar Malcolm Gladwell Outliers (Çizginin Dışındakiler) isimli kitabını alışılmadık bir önsözle açmış. Burada başlangıçta tıbbi bir gizem olarak görülen Pensilvanya kırsalındaki bir köyün öyküsü anlatılıyor. 1950’lilerin sonlarında, Pensilvanya’daki Resoto köyünün doktoru, yöre halkından altmış beş yaşın altındaki neredeyse hiçbir erkeğin kalp rahatsızlığı geçirmediğini fark etmiş. O zamanlar da tıpkı şimdi olduğu gibi altmış beş yaş altındaki erkeklerin bir numaralı ölüm nedeni kalp ve damar rahatsızlıklarıydı. Üstelik o sıralarda etkili tedavi yöntemleri henüz pek bilinmiyordu. Başka bir doktor bu durumu incelemeye karar vermiş. Steward Wolf isimli bu doktor ve sosyolog John Bruhn on yıllar boyunca sürecek bir işbirliğine girişmiş. İlk önce, köyde yakın zaman içerisinde elli beş yaşın altındaki hiç kimsenin kalp krizinden ölmediğini keşfetmişler. Erkeklerden hiçbirinin herhangi bir kalp rahatsızlığıyla ilgili şikâyeti yokmuş; ne yüksek kolesterol ne de başka bir şey. Araştırmacıların kontrol grubu olarak seçtiği civar köylerdeki kadar yüksek sigara içiciliği ve sağlıksız beslenme oranlarına sahip olmalarına rağmen, Roseto sakinleri komşu köylerde yaşayanlar kadar kalp ve damar rahatsızlığına yakalanmıyormuş. Altmış beş yaşını geçmiş erkeklerin kalp rahatsızlığı geçirme oranı, ABD ortalamasının yarısı kadarmış. Keza bağımlılık, bunalım, intihar ve suç oranları da ya daha düşük çıkmış ya da bunlara hiç rastlanmamış. Köydeki ölüm oranı da ulusal ortalamadan yüzde otuz-otuz beş daha düşükmüş.

Roseto köyünü bu kadar sağlıklı kılanın ne olduğunu muhtemelen tahmin edebilirsiniz. Bu, kırmızı şarap veya beslenme düzenleriyle ilgili değil. Genetik yatkınlık ya da düzenli bedensel alıştırmalar yapmakla da ilgili değil. Köylerinin yakınında mükemmel bir maden suyu kaynağı da yok. Bunun nedeni, köy halkının birbirine sıkı ilişkilerle kenetlenmiş olması. Roseto’daki ailelerin çoğunda çocuklar, ebeveynler, büyükanne ve büyükbabaların oluşturduğu farklı kuşaklar bir arada yaşıyor. Hep birlikte birçok aile yemeği yiyorlardı; iki yüz nüfuslu köyde, köyü ilgilendiren meselelerle ilgili köy ahalisinin katılımıyla hayata geçen an az yirmi iki değişik düzenleme mevcut.

1950’lerden bugüne gelelim. Günümüzde kalp rahatsızlıklarını önlemek veya tedavi etmek için hâlâ perhiz, düzenli bedensel hareketler ve ilaç tavsiye ediliyor; doktorlar kalp damar rahatsızlığı olan kişilere “iki yeni arkadaş edinin, kuzenlerinizi daha sık ziyaret edin” demiyor! Sağlıklı ilişkilerin ruh sağlığı açısından ne kadar önemli olduğunu en iyi bilen kişiler olmalarına rağmen, psikiyatrlar bile hastalarının daha derin ve nitelikli ilişkiler kurmasına yardımcı olmak adına çok az çaba sarf ediyor. İlişki sağlığı terimi neredeyse kimse tarafından kullanılmıyor.

Bugün Türklerin başkalarına duyduğu güvenin 10 üzerinden 4.4 olduğunu gösteren güncel anketler var. Amerikalıların yüzde sekseni sadece akrabalarına güvendiğini söylüyor. Dörtte biriyse kimseye sırlarını paylaşacak kadar güvenmediğini söylüyor. 1985-2004 yılları arasında yakın arkadaşı ya da güvendiği bir akrabası olmayanların sayısı üçe katlanmış; yine aynı dönemde ortalama yakın arkadaş sayısı üçten ikiye düşmüş.

Özetle, ister kişisel ister ekonomik olsun, her tür ilişkimizde önemli bir etken olan güven duygusu dibe vurmuş. 1960’larda “çoğu insanın güvenilir olduğunu” düşünen dünya vatandaşlarının oranı yüzde elli sekizken, 2008 yılında bu rakam yüzde otuz ikiye gerilemiş.

Anlaşılan, online sosyal ağ tam gaz giderken gerçek hayattaki arkadaşlıklar ve ilişkiler pek de iyi gitmiyor. Bu sorun, hayatımızı ilişkiler üzerinden yaşadığımız için önemli. Utangaç ya da dışadönük, ünlü ya da gösterişsiz oluşumuz hiçbir şeyi değiştirmez; bağ kurmadıkça birer hiçiz.

İlgi görmek ve ilgi göstermek bizim doğamızda var. Bununla birlikte, türümüzün kanlı tarihinin de gösterdiği gibi, bu yeteneğin gelişimi kendiliğinden olmuş değil, tümüyle biyolojimizin şart koştuğu zorunlu bir dayanışmanın ürünü. Güçlü pençeleri ve dişleri olmayan, çıplak bir tür olan insan, hayatta kalmak için işbirliği yapan topluluklar, yani açlıktan, yırtıcılardan ve ne yazık ki diğer insanlardan korunmak için birlikte hareket eden küçük boylar oluşturmak zorundaydı. Üreyebilmek ve narin çocuklarımızı hayatta tutabilmek için birbirimize ihtiyaç duyuyorduk.

Bu sayede her insanın niyetini ve ruh halini okuyabilme, yani empati kurma kabiliyetini kazandık. Bu kabiliyet, dünyadaki en başarılı türlerden biri olmamıza yardımcı oldu. İnsan, tatmin edici, doyumlu ve kalıcı ilişkiler kurma becerisine sahip olmadan ne bu günlere gelebilir ne de bundan sonrasını görmeyi umabilirdi.

Uzun lafın kısası: Sevebildiğimiz için hayattayız. Aslında hepİmİz sevmek için doğarız. Ama doğduğumuzda tam anlamıyla sevmeyi henüz bilmeyiz. Bu dönemde beyinlerimiz bir daha hiç olmayacakları kadar şekillenebilir ve incinebilir haldedir. Biyolojik yeteneklerimiz bir güvence değil, bir potansiyeldir. Doğuştan sahip olduğumuz pek çok insani potansiyel gibi, empati ve sevgi de gelişebilmek için özel deneyimlere ihtiyaç duyar. Tıpkı, babası müzik aletleri ve dersleri aldırmasa Mozart’ın bir müzik dehası olmasının mümkün olmadığı gibi.

Beyin en sık ne yapıyorsa, kendini ona uyarlar. Her gün, yaptığımız ve yapmadığımız şeylerle beynimizi şekillendiririz. Empati alıştırması yapmazsak, rahat empati kuramayız. İnsanlarla etkileşime geçmezsek, onlarla olan bağlantılarımızı güçlendiremeyiz. Eğer sevecen temaslarla birbirimizin stresini yatıştırmazsak, hepimizin sıkıntısı gittikçe artar.

Başkalarına yardım etmek, neden yardım eden kişinin kronik acılarını ve depresyonunu dindirir? Hatta neden yaşam süresini uzatır? Çünkü yardımsever temasta bulunmak, vücuttaki süreğen hale gelmiş yüksek stres hormonu seviyesini düşürerek sıkıntıyı dindirir. Sevimlilik neden bu kadar çekicidir? Çünkü bu, beynin sosyal iletişim ağlarının, bakım ve hazla bağlantı kurmasının bir yoludur. Mal varlığı ve para bizi neden beklediğimiz kadar mutlu etmez? Çünkü bunlar bizi bir araya getirmekten çok, statü ayrılığına yol açarak aramıza mesafe koyar. Ve son olarak, hayatta canımızı en çok acıtan şey nedir? Bu sorunun yanıtı da ilişkilerle ilgilidir. Yitirdiğimiz, sürdüremediğimiz, tek taraflı bir hal alan ilişkilerimiz… Bu olguların hepsi beyin gelişiminin bütünüyle empatik bakıma bel bağlamış ve insanların tamamen sosyal varlıklar olarak evrimleşmiş olduğu gerçeğiyle ilintilidir.

Derin ilişki bağları kurulduğunda, toplumsal konuma yapılan vurgu azaldığında, eşitlikçi ve rekabetten çok işbirliğini güçlendiren bir kültürde sadece ruh sağlığı ve mutluluk değil, fiziksel sağlık da gözle görülür ölçüde düzelir. Empatiyi geliştirmek dünyadaki bütün sorunları çözer mi? Tabii ki hayır. Ama bunların çok azı o olmadan çözülebilir.

Kaynak: Bruce Perry, Sevmek İçin Doğarız

Share This