Sabah kalkar kalkmaz başlamıştı yine: “Geç kalmak üzeresin. Madem kalkmayacaktın neden alarmı 7’ye kurdun? Tam dört kere erteledin. Kahvaltı yapmana zaman kalmadı. Bugün de bilmem kaç kalori olan poğaçadan yemek zorundasın. Haline bak. Günden güne kilo alıyorsun, popon kocaman oldu” diye söylendi acımasızlıkla. “Yeter! Başladın gene sabah sabah” dedim. Ona uzun uzadıya cevap vermemeyi öğrenmiştim çünkü karşılığı misliyle gelirdi.
Usanmadan eleştirirdi, yargılardı. Bazen o kadar canım yanardı ki, hıçkırıklara boğulurdum. O gene de şefkat duymazdı ama aslında benim iyiliğimi düşündüğünü biliyordum.
“Bir duş al en azından, yüzün de çok soluk adeta ceset gibisin. Biraz makyaj yap. Bu arada ‘duygu ifadesi çizgilerin’ fazla derinleşmiş, kırışmışsın yani” dedi alayla. “Ha ha ha! Çok komik” derken aslında haklı olduğunun farkındaydım. Sorumsuzluğumun, tembelliğimin, beceriksizliğimin ve pek çok şeyin yanına bir de ‘yıllar’ ekleniyordu.
“Sunumu da aklından geçir. Yeterince hazır olmadığının farkındasın değil mi? Hani erken kalkıp, son bir kez gözden geçirecektin? Onun yerine yarım saat daha geç kalktın.” Kızgınlığım; çaresizliğe ve kendime acımaya dönüşüyordu. Durmadan kendimi savunuyordum: “Çok yorgunum ve biliyorsun sevdiğim adamdan ayrılalı henüz bir hafta oldu. Birazcık sevecen, anlayışlı, şefkatli olamaz mısın? İnsanım sonuçta!” Dudaklarım titremeye başlamıştı ancak ağlamayı göze alamazdım. Şiş gözlerle giremezdim toplantıya. Hem berbat görünürdüm hem de zayıf düştüğümü görmek için can atanları sevindiremezdim. “Show must go on, canım. Yıl sonu yaklaşıyor. Patrona anlat istersen bunları ki, performans değerlendirmende göz önüne alsın” deyip, beni onayladı. Aylardır haftada en az altı gün çalışıyordum. Kazara pazar günü ofise gelemediysem, evde bilgisayar karşısında işimin başındaydım. En sonunda sevgilim de dayanamayıp, terk etti.
Nihayet evden çıkabildim ve toplantıya son anda yetiştim. Ama şıllığın vıdı vıdısı hiç bitmedi: “Erken kalkabilseydin, hız yapmak zorunda kalmazdın. Ceza yemekle kalmadın, en az 15 dakikayı polisle tartışırken kaybettin salak!” dedi.
Neyse ki sunum beklediğimden iyi geçti. Dinleyenler ayakta alkışladı. Ama şıllığın fısıltıları hiç eksilmemişti. Belki fark edilmemişti ama çok fazla hata yaptığımı ben biliyordum. Dil sürçmelerimin beni aptal durumuna düşürmediğini umdum. İçimdeki endişe ve güvensizliği göstermemek için takındığım gülümsemeyi silip, odama gittim. Tabii ki kaltak her zaman olduğu gibi benimleydi. Ne kadar daha hata üstüne hata yapmaya devam edeceğimi, ne zaman kendimi düzelteceğimi sordu. Bana yol göstermesini istedim. Artık onunla kavga edecek halim kalmamıştı.
“Bak, sana hak ettiğin sıfatları söyleyeyim” diyerek devam etti: “Tembel, sorumsuz, beceriksiz, yaşlı, çirkin, şişko, bakımsız, geçimsiz. Masanın üzerinde geri dönmediğin mesajlara bakarsan vefasızı da ekleyebiliriz. Kavgacı, sahte,…” devam ederken susmasını istedim, haykırdım. Daha fazla eziyet etmemesini istedim ondan. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Midemin ve ciğerlerimin yandığını hissediyordum. Bana bu kadar acımasız davranmaması dışında bir şey diyemedim. “İstediğin bu değil miydi?” diye sordu.
Yüzüne bakabilmek için çekmeceyi açtım, küçük makyaj aynamı çıkardım. Aynadaki Ben’in korku dolu, incinmiş, yorgun; bütün gün bizzat kendim tarafından hakaret edilmiş, aşağılanmış, utandırılmış zavallı haline baktım.
Benim, benden başka düşmana ihtiyacım yoktu.
Betül Varol
Wow! Kendini yargılayan, yeren tarafını ne güzel dile getirmişsin. Kalemine ve emeğine sağlık canım ❤
Teşekkür ederim