“Eşinizle biraz tembellik etmeye ne dersiniz?” diye sormuş zehir gibi bir psikolog hanım.

“Nasıl yani diye?” sormuş karşısındaki hastası; “Biz, eşimle bolca hoş vakit geçiriyoruz. Hemen her akşamüstü çay, kahve içmeye mahalleye çıkıyoruz ve geceleri de yatağımıza çekilip film izliyoruz.”

“Yok öyle değil,” diye ısrar etmiş psikolog hanım; “Amaçtan ve faaliyetten arınmış bir zaman diliminden bahsediyorum ben. Belli bir eylem ile doldurmadan yan yana geçireceğiniz vakit bu. Yaratabilir misiniz? ”

Hastası “Peki” demiş.

Demiş ama sesi de pek çıkmamış. Bu haberi karısına nasıl vereceğini düşündükçe karnına saplanan kramplardan mustaripmiş çünkü. Nitekim karısı bu konsepti hiç anlamamış. Tükürür gibi konuşmuş.

“Ne yapacağız yani, yan yana uzanıp tavana mı bakacağız beraber? Allah Allah! Zaten günün sekiz vardiyası zevk-ü sefa içinde geçip gidiyor, bir de tembellik vardiyası mı ekleyeceğiz?” diye sinirle kahvaltı sofrasından kalkıp, kendisine ortalığı toplamak için tanıdığı yarım saatin bir saniyesini boşa harcamamak adına hemen tabakları bulaşık makinesine yerleştirmeye koyulmuş. Koca hemen karşı atağa geçeceğine, bir durmuş, “Valla ben de anlamadım. Herhalde bizim beraber ne çok boş zaman geçirdiğimizi ben psikologuma iyi anlatamadım” diye konuyu kapatmış.

Amma velâkin kadının içine kurt düşmüş bir defa… Bulaşıkları yıkayıp ortalığı toparladıktan sonra başlamış evin içinde dolanmaya. Bu durum kocanın gözünden kaçmamış tabii. Kahvaltı sofrasının temizlenmesi ve ev işi vardiyasının bitimini işaretleten alarmdan hemen sonra karısının bilgisayarını, kitaplarını, defterlerini toparlayıp bir sonraki vardiyadan bir saniye kaçırmamak üzere evden fırlamasına alışıkmış. Hatta son dakikada, es kaza, dışarı çıkmışken eczaneye uğrayıp benim ilaçları alır mısın gibi soruları sormaktan bile çoktan vazgeçmiş, çünkü karısı başkasının angaryalarının kendi vardiyasından çalmasına müthiş hiddetlenirmiş.

Nihayet dayanamamış;

“Ne oldu gitmiyor musun?” diye sormuş. Karısı kıyıda durmuş su soğuk mu değil mi diye ayak parmağı ile ölçer gibi tavırla, “Haydi deneyelim” demiş. Kocası hayretle bakmış. Vallahi ilk önce anlamamış neyi deneyeceklerini. Karısı ayıp bir şey söylüyormuş gibi sesini alçaltarak cevap vermiş:

“Neyi olacak canım? Şu tembellik vardiyasını.”

SAYFA-BOLUMU

Şimdi de öyle mi bilmiyorum ama biz büyürken kızlara tembellik yasaktı. Bu yazının konusunu çıtlattığım bizim Bey kuşkuyla dudaklarını büzüp, “Bütün kız çocuklarına mı yoksa sana mı?” diye sordu. Vallahi bana bütün kız çocuklarına yasakmış gibi geliyor tembellik. Çünkü etrafım çok çalışkan kız çocukları ile tembellikleri hoş görülen oğlan çocukları ile doluydu.

Artık bana mı, yoksa bizim kuşağa mı özgü bilmiyorum ama çocukluğum boyunca benim en büyük korkum yanlışlıkla tembel olarak algılanmaktı. Tembel-çalışkan ayrımını tabii sadece not, ödev, karne düzeyinde değerlendirdiğimi söylemeye gerek yok. Öyle çok sevimli, bıcır bıcır konuşkan, komik filan olmadığım için öğretmenlerin göz bebeği olamayacağımı baştan anlamıştım ama çalışkanlık bana yeterince yüksek statüde bir yer sağlıyordu. Ve o statüyü kaybetmek hayatta sahip olduğum her şeyi kaybetmekle birdi benim için. Tembeller kümesine düşersem, Alimallah, sadece öğretmenin gözünden düşmekle kalmayacak, anamın babamın sevgisini yitirecek, yedi kuşak ailemi rezil etmiş olacaktım.

Öyle inanmıştım.

Bu yüzden ilkokul üçüncü sınıfta birden derslerime çalışamaz, ödevlerimi yapamaz, “oku-anlat” pasajlarına bakarken uyuya kalır hale geldiğimde ayıp bir hastalığa yakalanmışım gibi birden içime kapandım. Hayatımın en zor yılıymış. O zamanlar bilmiyorum tabii. Annemle babam boşanıyor ve akabinde derhal yeniden evleniyorlar, kardeşim bildiğim kuzenim ile anne yarısı teyzem Amerika’ya göçüyorlar…. Ben dimdik durmaya çalışıyorum ama tembellik illeti yakama yapışmış, ödevlerimi yapamıyor, imtihanlara çalışamıyorum. İçimden canavar gibi asi bir yaratık çıkmış, beni kötü yola sürüyor. Hırsızlık yapıyor, ağza alınmaz küfürler ediyor, komşuların kapılarını çalıp kaçıyorum ama hiç bir günahım beni tembelliğim kadar rahatsız etmiyor.

İşte bu çok fena zamanlardan bir zaman Tülay öğretmen beni tahtaya kaldırıyor. Öğretmenimin en baştan beri beni sevmediğinden kuşkulanıyorum ya çalışkanlıkla yırtarım nasılsa diye üzerinde durmuyorum. İkinci sınıfta verdiği o çok zor Cumhuriyet Bayramı kompozisyonundan mesela sınıfta sadece bir kişi pekiyi almış, o da Elif.  Ben ve parlak olan Ebru ikimiz iyi almışız, geri kalan herkes orta, geçer, zayıf hallerdeler. Şüphelerim doğruysa ve öğretmen beni uzun boyum ve folklordaki feci beceriksizliğimden dolayı sevmiyorsa,  o kompozisyon yüzünden bana saygı duyuyor.

Eminim bundan.

Ta ki üçüncü sınıfta tembelliğimi ustalıkla saklayarak geçirdiğim yedi ayından sonunda bir bahar günü sözlüye kalkana kadar…

SAYFA-BOLUMU

Karatahtanın önünde, kara önlüğüm ve çok ama çok utandığım, benden geri alsın diye Allah’a Aya Yorgi kilisesinde mumlar dikerek dua ettiğim, uzun boyumla duruyorum. Ağzım açık çok muhtemel çünkü o zamanlarda burun deliklerim o kadar tıkalı ki bütün nefes ağzımdan girip, ağzımdan çıkıyor, dişlerin tamamı çürük. Ağzım açık ama tek bir kelime dökülmüyor. Öğretmen bir soru soruyor bana. Ben soruyu bile duymuyorum çünkü kafamın içinde feryat figan bir felaket sahnesi yaşanıyor. Tembeller kümesine düştün. Tembelsin, tembelsin, tembelsin… Yedi ay en arkadaki kümede saklanmışım. (uzun boy burada işime yaramış- hep en arkada oturuyorum) Şimdi hesap verme vakti. Bir önceki sene tuvalete gidebilir miyim diye bir türlü soramadığım için altıma yaptığımda bile bu kadar yerin dibine batmamıştım.

Eziyet bilmem artık ne kadar sürüyor. Belki bir belki iki dakika. Tülay öğretmen iskemlesinde bana şöyle bir dönmüş, gözlerinde şimdi şaşkınlık olduğunu bildiğim bir bakışla bakıyor.

“Defne?”

Defne’den ses yok. “Bilmiyorum” bile diyemiyor. Çünkü tembellik yokluk demek. Defne yok olmuş.

Tembelim öyleyse yokum.

Tülay öğretmen,

“Annene söyleyeceksin bak bunu!” diyor beni azat etmeden. Şimdi düşünüyorum belki ne diyeceğini bilemediği için böyle demişti. O Cumhuriyet Bayramı kompozisyonundan ilk üçe giren öğrencisiyim yani sonuçta… Kadıncağız da şaşırmış. Benim o sırada arkalardaki gözden ırak yerime dönmek için kıvırmayacağım numara yok. Hem dedim ya o yıl, yalan, küfür, hırsızlık bunlar benim için gündelik faaliyetler. Derhal “Evet öğretmenim”diye yanıtlıyorum onu. “Bak söz ver. Akşam annene bugün dersine çalışmamış olduğunu söyleyeceksin.” “Hı hı.”

“Hı hı” ama içimden “Bekleeee,”diyorum. Nerede bende o yürek, anneciğime “Ben bugün sözlüye kalktım; ‘Otur! Bir!’ aldım” diyeceğim?

SAYFA-BOLUMU

Bu benim en esaslı çocukluk travmalarımdan birisidir. Belki o yılın kemikleşmiş bütün travmaları üst üste bindi ve o bahar günü patladı bilmiyorum. O travma öyle feci çarptı ki beni, ben bir daha o okulda okumak istemedim. Folklordaki dillere destan beceriksizliğimden de usanmıştım artık. Annem dördüncü sınıfta okul değiştirmek ister miyim diye sorunca, en sevdiğim arkadaşlarımı ardımda bırakıp, aylarca teneffüshanelerinde tek başıma dolaşacağım bir başka okula geçmeye razı oldum.

Yeter ki tembellik damgasını üzerimden temizleyeyim. Sıfırdan, çok çalışkan bir öğrenci olarak yeniden hayata başlayayım.

İşte ta o zamanlardan kalmadır tembellik yaftasından çok korkmam… Bizim Bey ne kadar dudaklarını büzerse büzsün ben bu tembellik korkusunun sadece bana mahsus olmadığını biliyorum.

Hayatlarını dönüştürecek kilit noktası tembellikten sıyrılabilmek olan pek çok genç kadın tembel olduklarını gerçeğini kabule yanaşmıyor, yanaşamıyor. Çünkü onlar da benim gibi tembelliğin ayıpların en ayıbı olduğunu düşünerek büyümüşler. Tembellik arka sıralarda saklanarak geçmesi beklenen ayıp bir hastalık çoğumuz için. Birisi “Tembellik etmekten vazgeçersen hayatında çok güzel şeyler olacak” dediğinde bize, dünyanın en fena hakaretine uğramış gibi hemen savunmaya geçmemiz (BEN TEMBEL DEĞİLİM!) ve o savunma hattında hayatımızda olacak o güzel şeylere zerre kadar ilgi göstermeyişimiz de bundan.

İnsan ancak tembel olduğunu kabullenince onu dönüştürmek için bir şeyler yapabiliyor. İnkar safhaları beyhude. Burada tembelliğe övgüler düzmeyeceğim. Tembellik de ürkeklik gibi bizi hayatın renklerinden ve zevklerinde alıkoyan bir özellik. Ondan silkinmek pek çok bahtsıza hiç beklemedikleri bir özgürlük verebilir. Ama bir de yazının başındaki hanım gibi kendine tembellik hakkını yasaklayanlar var. İşte onların özgürlüğü de tembelliğe izin verdikleri ölçüde gelecek.

Çünkü bütün özgürlükler yasakların aşılmasında gizli. Kendimize yasak ettiğimiz türlü türlü duygu, hal, tecrübe var… İşte o yasak arazilere korkusuzca girebildiğimizde varoluşun gizli boyutları bir bir belirecek hayatlarımızda.

Ötesi başka. Başka türlü başka.

Bana inanmazsanız artık her gün kocası ile bir miktar avare avare vakit geçiren o hanıma sorun.

 

Not: Defne Suman’ın Saklambaç adlı yeni romanı, bu ay Hit Kitap’tan çıkmıştır. Roman hakkında ayrıntılı bilgi edinmek ve satın almak için Kuraldışı kitap sitemizi ziyaret edebilirsiniz.

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/tembellik-hakki/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/tembellik-hakki/" data-text="Tembellik Hakkı" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/tembellik-hakki/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This