Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Nazım Hikmet

 

 

Ben aslında bu yazıya şöyle başlayacaktım:

Teoman’ın bir şarkısı vardır. İsmi, Tesadüfler. Daha ilk cümlemi tasarlamadan melodisi kafamda çalmaya başladı bile! Ses orta hecede yükseliyor, tesAAAdüfler oluyor. Fakat baktım şarkının sözlerini gerisini bilmiyorum. Teoman kendi mi yazmış, yoksa sözler bir başkasına mı ait diye hemen google’a koştum. (Biz geçen yüzyılda nasıl araştırma yapabildik?) Teoman-Tesadüfler yazınca google bana “şunu mu aradım” diye sordu: “Teoman- Tesadüfen.” Benim, Bey’i güldüren naif bir tarafım var. EN olmayacak şeye bile bir anlığına tüm kalbimle inanıyorum. Şüphe içimde geç düşen bir jeton. “Ah” dedim, “demek şarkının adı Tesadüfen imiş. Bunca zaman ben yanlış bilmişim. İyi ki araştırdım da yazıya yalan yanlış başlamadım.”

Böylece tıkladım. Ama hani nerede bana hâlâ -tek başımayken tabii- kafa sallatan (öne-arkaya) elektrogitar ritimli introsu? Siz tabii çoktan anladınız neler olduğunu. Ben hâlâ uzaydan bir yerlerden bir açıklama bekliyorum. Meğer Teoman’ın henüz dinlemediğim son albümü Aşk ve Gurur’da -tesadüfen- Tesadüfen diye bir şarkı varmış. Benim kafamda dönen Tesadüfler ise 2006 yılında çıkan Renkli Rüyalar Oteli’ndeymiş. Akıllı ipod’um hep ortaya karışık çaldığı için, ben hangi şarkının ne zamana ait olduğunu ancak parça belli dönemlerin hislerini içimde tıngırdatınca kestirebiliyorum. Albümün adını da uzun zaman Renkli Eşyalar Oteli sanmıştım. (Bunu da buradan kendisine itiraf edeyim.)

Bazıları der ki ana rahmine düşmemizden itibaren başımıza gelen her şey zaten bir tesadüf. Aşk da zaten tesadüfen. (Bunu Teoman diyor)

Biz yogacılar ikiye ayrılırız:  Özgür irade ile her şeyin değişebileceğine inananlar ile âlemin kaidesinin bizden bağımsız belirlendiğine, dolayısıyla bize düşen tek şeyin hayırlısını kabul etmek olduğuna inananlar olarak. Bu iki grup, (elbette) yogacı kibarlığını elden bırakmadan kıyasıya tartışırlar. İşte bu yüzden öğrencilerin kafaları hep karışıktır.

Var olanı değiştirmek mi, kabul etmek mi gerek? İçimizden geleni mi yapalım, yoksa hocamızı mı dinleyelim? Çaba gösterelim mi, yoksa olacaklar olacak mı zaten?

Bir de benim gibi iki uç arasında gidip gelenler vardır. Âlemin kaidesinin “ben”den bağımsız belirlendiğine inanmaya meyilli olup, yine de çabalamayı sevenler. Yogayı, yazıyı, hayatı, şu salata kuruttuğumuz plastik kaplara benzetiyorum bazen. Hani önce kuvvetle ipine asılıyoruz, çek, çek, çek, çek, sonra bırakıyoruz o kendisi dönüyor bir süre. Bu çabala-teslim ol ikilisi de böyle bir şey. Tabii büyük resme bakarsanız benim böyle bir kanaate varmam da âlemin şu anki düzeninde var.

Ben yine de o düzeni, kural ya da kader gibi değil de, akışkan bir matris gibi görmeye meyilliyim. Saniyenin, kısıtlı aklımın almayacağı kadar küçük bir biriminde bütün âlem değiş tonton misali değişiyor sanki. Ve bu devamlı oluyor. Evet, önceden düzenlenmiş bir düzen var. Ama bizim aklımızın almayacağı kadar kısa bir zaman biriminde, yine aklımızın almayacağı kadar çok sayıda etkenin etkileşimi sayesinde devamlı olarak değişiyor. Şu anda her şey ama her şey dursa ve bu matrisin bir fotoğrafı çekilse, her birimizin geleceğinin gireceği yollar haritası bellidir. Zamanı yine aklımızın almayacağı ölçüde yavaşlatsak ve değiş tonton sekmesinden sonraki kareye baksak yeni bir harita belirecektir karşımızda.

İşte ben âlemin böyle bir şey olduğunu düşünüyorum kısıtlı aklımla. Evrenin bir yerlerinde, âlemi algılama konusunda benden katbekat üstün bir varlık bu hareketi açık ve net bir şekilde algılıyor ve bu yazdıklarıma bakıp bakıp “Yazık ya, hevesli ama en basit bir şeyi göremiyor” diyor olabilir. Buradan, gösterdiğim çabayı takdir etmesini rica ediyorum kendisinden. Tesadüfen şimdi beni görüyorsa…

Son aylarda benim başıma bir dolu tesadüf geldi. Hani birini düşünürsünüz… Zamanlar, mekânlar evvelinden, çok da önemsemediğiniz biri, bir sabah trafikte sıkıştığınızda aklınıza gelir. Aynı günün öğleden sonrasında İstiklal Caddesi’nin kalabalığında karşılaşırsınız o kişiyle. O cins tesadüflerden söz etmiyorum. Onlar da çok oluyor ama onlara artık aldırmıyorum.

Şöyle tesAAAdüfler geliyor başıma:

Atina’ya giden uçağa biniyorum. Uçakta Yunanca sınıfından arkadaşım Meryem… Tesadüfe bak, diyoruz, bütün yol sohbet ediyoruz. Atina’ya vardığımda e-posta kutumda bir mesaj. Annemin eski bir dostu, edebiyat eleştirmeni ve yazar Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu’ndan. Mavi Orman’ı okumuş, çok beğenmiş, hakkında bir yazı yazmış. Radikal Kitap’a yollayacakmış. Bir göz atar mıymışım?

Çocukluğumdan beri görmedim Zehra’yı. Yazdıklarını okurken, onunla ilgili hatırladıklarım, loş bir daire, önünde bir bahçe, kitaplar ve oyuncak bebeklerle dolu bir yetişkin evi, uzun etekler giyen, bekâr, çocuksuz ama çocuklarla iyi anlaşan bir kadın… Kendi kitabıma yazılmış bir eleştiri okuyorum (çok da iyi yazılmış!) ama aslında yazarının bir zamanlar içimde uyandırdığı hisleri yeniden yaşıyorum.

Yılın ilk günü Atina’dan İstanbul’a uçacağım. 2 numaralı çıkış kapısında yeni yıla Atina ve Yunan adalarında girmiş Türklerle beraber oturuyoruz. O da ne? İçeri bir grup tiyatrocu ile birlikte Zehra İpşiroğlu da giriyor. Gözlerime inanamıyorum! Hâlâ çocukluğumdaki gibi, dinç, konuşkan ve uzun etekli! İstanbul havaalanında beni karşılamaya gelen annem uçaktan eski dostu Zehra ile çıkmama hiç anlam veremiyor. Hepimiz şaşkınlıkla gülüyoruz!

Tesadüfe bak!

Bey’i memleketinde bırakıp da evime tek başıma döndüğüm İstanbul günlerimde, Cihangir Yoga’daki sabah derslerimi bitirir bitirmez eve koşuyor, yazıhaneme kapanıyorum. Üç hafta böyle geçiyor. Kimseleri görmeden, kimselerle konuşmadan, evin içinde bir aşağı bir yukarı yürüyorum. Pencereden yağan kara bakıyorum. Bir iki dolma atıyorum ağzıma, kemanımı tıngırdatıyorum. Yine yazıhaneme kapanıyorum. Günlerce yazıyorum. Yazmak için günlerce okuyorum. Masadan sallanan sandalyeye, oradan yine masaya… İki kişiyi okuyorum sadece.  Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk. İkisinin de bütün kitaplarını çoktan bitirmiş olduğum için yeniden okuyorum. Sanki hiç okumamışım gibi bir açlıkla. Bu seferki başka. Nasıl yapmışlar da yapmışlar merakı ile. Okudukça okudukça heyecanlanıp, pencerenin önünde sallanan koltuktan fırlayıp masaya geçiyorum, yoruldukça yine sandalyeye, kitaba, oradan yine kaleme… Akşam çöküp öğrencilerim kapıyı çalmaya başladıklarında ben hâlâ okuyor, hâlâ yazıyorum. Onlar hazırlanana kadar yazıhanenin kapısını kapatıyorum.

Bir akşam Ayşe ile yemeğe çıkıyoruz. Günlerdir annem ve öğrencilerimden başka yüzümü gören, sesimi duyan olmamış. Konuşacak çok şeyimiz var. Benim yine karnım aç. Bütün gün mutfak tezgâhına dayanıp dolma yemişim. Tam nefis yemeğime yumulacakken, lokantanın kapısı açılıyor ve o da ne?

İçeri Orhan Pamuk giriyor. Çatalım elimde kalmış, bakakalıyorum. Adamı bakışlarımla rahatsız etmekten rahatsızım ama tesadüfe inanamıyorum.

“Ayşe ya, bak ben sabahtan beri Orhan Bey ile beraberdim, şimdi yemek sırasında da karşılaştık!” diyorum.

“Tesadüfe bak!”

İki masa ara ile aynı yemeği yiyoruz Orhan Bey ile.

Karlar erimiş, hasret kemiğe dayanmış, ben yine Atina uçağındayım. Uçak yine boş. Atina’ya vardığımızda, uçağın merdivenlerinden inerken önümde yürüyen genç kadının omzuna hafifçe dokunuyorum. Dönüp bakıyor. Yanılmamışım. Yine Meryem! Yine aynı uçakta uçmuşuz!

Sarılışıyoruz.

“Tesadüfün böylesi yani!” diyoruz.

Yaşam ne tuhaf, ne güzel bir şey!

— Nasıl oluyor da oluyor bunca tesadüf?
— Görüş açısı belirler bunları, diye cevap veriyor Bey.
— Ne demek o?
— Her an binlerce tesadüfle dolu. Önce ufak bir ikisini fark edersin. Onları fark edişin, sonrakini doğurur, o da bir sonrakini. Senin tanıklığın bir sonrakini yaratır. Sen fark etmezsen, tesadüfler gelmez başına.
— Her bir tesadüfle âlemin yeni bir şekil aldığını mı söylüyorsun yani?
— Orası bizi aşar.

Aynı anda pencereden dışarı baktık.

Evrenin bir yerlerinde yaşayan ve âlemi algılama konusunda bizden katbekat üstün o varlık, bize göz kırptı sanki!

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/tesadufler/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/tesadufler/" data-text="Tesadüfler" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/tesadufler/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This