TÜSİAD ve KalDer işbirliği ile düzenlenen 21. Kalite Kongresi’nin konuşmacılarından biri idim geçen hafta. Benim açımdan neşeli geçen bir toplantı oldu. Prof. Artemis Karaali yönetiminde gerçekleştirdik sunumumuzu. Daha doğrusu  diğer iki konuk; City Farm genel müdürü Sn. Ayhan Sümerli ve Sütaş Yönetim Kurulu Başkan Danışmanı Sn. Gülay Özcan gerçekleştirdiler. Benim durumum, yanlışlıkla salona ışınlanmak gibi bir şey oldu.

Neler oldu, neler konuşuldu, KalDer’in medya arşivinde yerini alacaktır zaten yakın zamanda. İzlersiniz fırsat bulunca. Kısaca özetlemek gerekirse; onlar söylenmesi gerekenleri söylediler, ben ise “söylememem” gerekeni… Her zamanki deli halim yani…

İşin tuhafı bunca yıldır yazmaya, aktarmaya çalıştığım ne varsa son derece net şekilde anlaşıldığını görmekti. Pek çok cümlemin arkasından onay veren başlar, gülen yüzler görmek; alkışlar duymak mutluluk verici. Bana böylesine değer veren herkese selam olsun. Bu cesaretin yarısını kendi doğamdan aldı isem bir yarısını da sizden aldım.

On beş dakikalık hayli kısa bir söylemde, elbette aklımdakileri anlatmaya tam anlamıyla yetecek fırsatı bulamadım. Konunun “Yaşanabilir Gelecek” olduğu bu konferansta benim ve pek çok kişinin aklındaki soru “Geleceği görebilecek miyiz acaba?” idi. Önce onu konuşalım…

Su, hava, toprak ve bitki… Besin üretiminde temel zinciri bu dörtlü oluşturuyor. Dördü birden kirli ise, yapacak pek de bir şey kalmıyor. Gencecik yaşta sönüp giden hayatlar; çocuk yaşta kaldıramayacakları hastalıklar ile boğuşan küçüklerimiz var. Hastalıklar bütün ülkeyi sardı. Daha çok konuşuldukça, daha çok fark ediliyor. Sistem “tedavi et” diyor elbette fakat, “önce hasta et” gibi acımasız bir işleyiş ile süreci başlatıyor. Gerçek emekçilerine, mücadelecilerine, araştırmacılarına, üyelerine sonsuz bir saygı duyduğum sağlık sektörü kartellerin eline geçiyor.

İthal edilen GDO’lu tohumlar, fideler ülkenin her köşesinde yetişiyor bugün. Farkına varıp kaçmak isteyen önemli bir kitlenin karşısına da aynı firmanın “organik” tohumları ve fideleri çıkarılıyor. Pazarın çeşitlendirilmesi dışında aralarındaki fark sıfır. Hani bizde hiç böyle şeyler gerçek anlamı ile uygulanmaz ya; yine de “A firmasını boykot edelim” deseniz, aynı el B firmasını kuruyor hemen. C ülkesini toptan boykot etseniz D ülkesinden giriş yapılıyor. Kaçarı yok. Tohumu satıyor, fideyi satıyor, gübreyi satıyor, ilacı satıyor… Zincirin dışına çıkamazsınız. Neredeyse tamamı yabancı şirketlerce kurulmuş sertifikasyon kuruluşları, bu zincirden çıkmaya çalışanları takip ediyor. “Sertifikalı Organik Tarım yapmak istiyorum ama ben bu tarımı ata tohumları ile yapmak istiyorum” diyemezsiniz. Sertifikanın birinci şartı “sertifikalı”  tohum kullanmak,  “sertifikalı gübre” ile gübreleme yapmak ve mahsulü “sertifikalı” ilaç ile korumak. İstatistikleri ve gidişatı az çok takip ettiğinizde, bu tohumların ve fidelerin gerçekte “ne” olduğunu görebiliyorsunuz.

Bağlanıyorsunuz… Bir kez başladınız mı, bırakıp gerçek tohum dikmek isteseniz bile yapamıyorsunuz. Düşük verim değil, sıfır verim alıyorsunuz o topraktan. O tarlalarda yüzlerce yıl boyunca görülmemiş acayip hastalıklar çıkmaya başlıyor. “Nasıl oluyor?” demeyin, tarımın biraz içinde olan herkesin gayet iyi bildiği bir çark bu. Saygın kişilerin basın demeçleri, satın alınan kalemler, gizli-açık reklamlar sistemin sürekliliğini sağlıyor. Sebzeyi sevmeyen kocanız bile kaçamıyor acı ilaçtan. “Beyaz et” denen bir şey var. 80 günde kesime gelecek kadar büyüyen “doğal” tavuklar ne güne duruyor? Mangal falan derken kocanızı da yakalıyor bir yerden.

Diyabetin gözde ülkesiyiz bugün. Aşırı tuz içeren ürünler sağ olsun… Mısır slajı yedirilen inekler; mısır şekeri ile yapılan tatlılar, meşrubatlar; her köşede tüp bebek merkezleri; bin tane katkı maddesi ile korunan abur-cuburlar; Alzheimer, kemik erimesi, prostat anomalileri; kaymaklı bisküviler; medya yaygarasıyla her sene “türetilen” yeni yeni hastalıklar…  Sağ olsunlar…

Gıda sektöründe çalışan anne babalar, ilaç sektöründe çalışan anne babalar, zirai ilaç firmalarında çalışan anne babalar… Lütfen ama lütfen bunları yazalım; konuşalım artık. İsimli ya da isimsiz… Yeter ki yazılsın.

Ben uçakta yolculuk ederken yanımdaki ile kavga eder halde buluyorum kendimi artık. Bu yükü paylaşmak için haftada bir yazmak yetmiyor, hepimiz yazalım istiyorum. Yazalım ve yayalım. Gıda mühendislerinin, doktorların, bilim insanlarının, en çok da annelerin yer alacağı böylesi bir platform senelerdir en büyük hayalimdir. Gelin, yapalım. Reklam olarak algılanmasından korkarım; bu nedenle kesinlikle istemiyorum içinde İpek Hanım Çiftliği’nin tek bir harfinin bile geçmesini. Eğer sizden birileri bunu yaparsa söz veriyorum ama platformun duyulması için elimden geleni yapacağım. Vurduğumuz yerden ses getirelim ki “Ben yaptım oldu” diyenlerin altındaki halıyı çekelim. Tüm devrimci ruhlar, tüm vicdan sahipleri ile…

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/yasanabilir-gelecegi-yaratmak-icin-cekelim-sunlarin-altindaki-haliyi-haydi/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/yasanabilir-gelecegi-yaratmak-icin-cekelim-sunlarin-altindaki-haliyi-haydi/" data-text="Yaşanabilir Geleceği Yaratmak İçin Çekelim Şunların Altındaki Halıyı, Haydi!" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/yasanabilir-gelecegi-yaratmak-icin-cekelim-sunlarin-altindaki-haliyi-haydi/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This