Dün akşam, yaş 41’e 1 kala yeni bir keşifte bulundum.
Yine Bey ile didişiyoruz. Bütün çiftler gibi bizim de meşhur bir meselemiz var. En mutlu anlarımıza bile gölgesini bırakan, sadece bize özgü ve çözülmez olduğuna inandığımız bir mesele. Çok kişisel sandığımız sorunların içerikten bağımsız olarak birbirinin eşi olduğuna dair inancım doğrultusunda meselenin ne olduğunu yazmayacaktım ama keşfimi açıklamayı kolaylaştırır diye bizim meseleyi örnek olarak vereceğim. İsteyen içini başını ağrıtan herhangi başka bir mesele ile doldurup, yazıyı o mantıkla okuyabilir.

Bizim meselenin ismi “Biz nerede yaşayacağız?” Evli barklı bir çiftin düğünden evvel çeyizdi, sandıktı, beyaz eşyaydı, koltuk kanepe takımıydı derken bu meseleyi çözmüş olmaları beklenir tabii ama biz bunu atlamışız işte. Şimdi Bey’in acil ihtiyaçları (sağlık, tedavi) ve benim daha az acil ama epeyce mühim ihtiyaçlarım (manevi tatmin ve kariyer) dünya üzerinde ayrı ve birbirinden çok uzak iki noktayı işaret ettiği için çuvalladık. Neredeyse üç yıldır bu bizim meselemiz haline geldi, geçici çözümler üretsek de bu konu etrafındaki gerginlik arka planda cızırdamaya devam ediyor ve evliliğimizi etkiliyor. Ben Türkiye’de, ya da en azından onun ülkesi olan Yunanistan’da yaşayalım istiyorum ki sık sık İstanbul’a gidip yoga derslerimi vereyim, kitaplarımın basımı, dağıtımı, tanıtımı için canla başla çalışayım, ailem ve arkadaşlarımla vakit geçireyim, yazılarımı yazdığım lisanda sohbet edeyim. O ise onu belki de tekerlekli sandalyeden kurtarıp yeniden yürümesine imkan tanıyacak bir tedavinin bedavaya sunulduğu Oregon’da kalmak istiyor.

Biz üç yıldır nerede yaşayacağımız konusunda kavga ediyoruz. Kavgalar, “Peki, o zaman bırakayım tedaviyi de öleyim”lerden “Zaten sen bırakmazsan ben burada öleceğim, görelim bakalım o zaman nerede yaşıyorsun?” gibi çirkin yerlere vardıktan sonra, birbirimizin kollarında ağlayarak sona eriyor ama iki taraf da neticeden memnun değil. Ben üç ay Türkiye’ye gidecek olsam Bey ondan çok uzaklaştığımdan, yalnızlığın dayanılmaz olduğundan şikayet ediyor, ben ise yapmak istediklerimin yüzde onunu bile o üç ayda yapamadığından… Dön baba dön….

Nihayetinde kendi başımıza bu işin altında kalkamayacağımızı anladık ve yardım almaya karar verdik. Bir evlilik terapisti ayalardık. Hakim karşısındaki avukatlar gibi savlarımızı sunduk ona. Terapistimiz bizi dinledi. İkimiz de kendimizi biraz haklı ama çokça suçlu bulduğumuzdan ve bu haklı-suçlu oranını tersine çevirme arzusu ile yanıp tutuştuğumuzdan saldırganlaştık. Ben her zamanki “Bak gördün mü bana neler yaptın?” göz yaşlarımı döktüm; o, mantıklı ve uzun açıklamalar yaparak bizim meselenin çözümsüzlüğüne parmak bastı. Terapistimiz bizi dinledi, dinledi, dinledi ve sonra dedi ki: “Siz bu meseleyi birbirinizden uzaklaşmak için araç olarak kullanıyorsunuz.”
Ha?

“Yok, yok” diye düzelttik ikimiz birden; “Meseleyi çözersek biz birbirimize yakınlaşacağız. Tek yapmamız gereken nerede yaşayacağımız sorusuna bir çözüm bulmak. Öyle bir çözüm bulalım ki hem Bey, hem de Hanım ihtiyaçlarını tatmin edebilsin.”

Terapistimiz bize gülümsedi ve sordu: “Çözümü bulunca meselenin kapanacağından emin misiniz?” Biz çok emin olduğumuz için başlarımızı salladık. Meğer bu kadar kesinlik sadece egodan kaynaklanırmış. Ego -sahici Ben’in aksine- hep eminmiş bizim için neyin en doğru olduğu konusunda. Ego daima emin, hep bir fikir sahibi ve sonuca odaklı yaşayan parçamızmış ve meselenin çözümünü aslında hiç mi hiç bilmiyormuş.

Bizim başlar (egoların uzantısı olarak) “Evet, evet, hadi geçelim bunları da meseleye bir çözüm bulalım” dercesine sallandılar. Dudaklarımızın kenarında egosal küçük bir fiyonk tebessüm. Terapist zehir gibi bir kadın çıktı, o fiyonktan dudak bükmeyi hemen yakaladı. İki şeyin arasında kaldığımıza dair bir inancımız varsa, o da ego kaynaklıymış. Ya böyle olacak, ya da öyle… Başka yolu yok, işte bu da kendinden çok emin egonun bir incisiymiş. “Bize üçüncü bir yol var mı” diye sordu. Ayol ne olacak üçüncü yıl? Üç yıl oldu, biz kaç yol denedik, yok işte. Üstelemedi ama bir ödev verdi bize… Bu “bizim meseleyi” birbirimizden uzaklaşmak için de birbirimize yaklaşmak için bir araç olarak kullanmayı deneyecekmişiz.

Seansın akabinde ikimiz de pek hassastık. Egolar bir köşeye çekilmiş, sessiz sakin hiç konuşmadan, el ele oturduk. Bizim meselenin bizi birbirimize nasıl yaklaştıracağı konusunda en ufak bir fikrimiz yok. Nitekim akşam yine bildik saflarımızı almış, artık dilimize yapışmış repliklerimizi tekrarlıyoruz:
“Peki o zaman bırakayım tedaviyi de öleyim!”

“Zaten sen bırakmazsan ben burada öleceğim, görelim bakalım o zaman sen nerede yaşıyorsun?”
Sonra birbirimizin kollarında ağlamalar, çok üzgünüm, ben de üzgünüm sevgilim, sence bu şekilde ödevimizi yapmış sayılıyor muyuz?

Sizce bu şekilde ödevimizi yapmış, “bizim mesele” vasıtası ile birbirimize yaklaşmış oluyor muyuz?
Tabii ki hayır. Kavgadan sonra yakınlaşmak, sevmek, sevişmek o arka planda cızırdayan gerginliği bir nebze bile azaltmıyor, geçici bir süre onu unutmamızı sağlıyor sadece. Buna psikolojide “Endişeyi Geçiştirme Mekanizması” olarak Türkçeleştirebileceğimiz Anxiety Binding Mechanism deniyor.

Dün gece yine aynı yerdeyiz. Türkiye-Yunanistan seyahatimize 21 gün kala orada kimin ne kadar kalacağı, buraya (Amerika’ya) kimin ne zaman döneceği konusu açılacak ve çözülmeden kapanacak. Konuşma her zamanki hafif tonu ile başladı, acaba şöyle mi yapsak, böyle mi yapsak… Tam gergin yerlere yaklaşırken, gözlerimden “Bak bana neler yaptın” gözyaşları yerine dudaklarımdan şu sözler döküldü:”Çok istediğim bir şey var. O da bu sefer Türkiye’ye gittiğimizde planladığımız gibi bir ay kalmak yerine, haziran ortasına kadar kalmak.”

“Eh, bunu biliyoruz” diyebilir bizim Bey. Biliyor çünkü. Ama demedi. Öyle diyeceğine kulak kesildi çünkü ilk defa meydan muharebesinde pozisyon alır gibi değil de, saf ve sade bir hakikat olarak dile getirmiştim istediğimi.
O küçük ama büyük adımı attığımda ne oldu?
Adım neden büyüktü?

Büyüktü çünkü ben bugüne kadar (41’e 1 kala) hep ama hep istediğim, hayal ettiğim bir şey için mücadele etmem gerektiğine inanmışım. Bu inancın köklerine gitmeyeceğim ama en derinde bir yerde istediğim şeyler için savaşmazsam onların bana verilmeyeceğine, yani o şeylerin benim doğal hakkım olmadığına dair bir inanç taşıyorum. Üstelik öyle her dediğine hayır denmiş bir çocuk da değildim. Diğer çocuklara göre epeyce serbest büyüdüğüm doğrudur. Buna rağmen benim kadar güçlü bir karakter olan annemle yapmak istediğim kimi şeyler konusunda kıyasıya mücadeleye girdiğimiz çok olmuştur. Ama bundan doğal ne olabilir ki? İnsan bir şeyi isterse canını dişine takıp savaşır da savaşır öyle değil mi? O şeyi çok istiyorsa, çatışmaya öyle bir dalar, harp meydanında öyle kıyasıya dövüşür ki sonunda karşıdaki ya pes eder, ya razı gelir, ya da ikna olur, kişi de istediğini alır. Benim zaferlerimin arkasında hep bu kalıp yatar.

Bu keşif bana ait değil aslında. “İstediğin şeyler için mücadele etmek senin için aşina bir durum mu Defne?” diye soran zehir hafiye terapistimizin ustalıkla laf arasına sıkıştırdığı bir keşif bu.

İnsan çok istediği bir şey için mücadele etmezse ne yapar? Onu çok istediği söyleyip bekleyebilir -ki bunu hiç yapmadım. Ama daha evvelden hiç aklıma gelmemiş ve dün gece ilk defa denediğim bir şey daha yapabilir: Yardım isteyebilir! Bu kadar basit mi?

Evet, dönüp şöyle diyebilir: “Benim çok istediğim bir şey var. Bunu gerçekleştirmem için bana yardım edebilir misin?”
Meydan muharebesi için kuşanmış kişi bu soruyu duyunca ne yapar? Belki önce afallar. Bizim Bey de bir şaşırdı. Ama dudaklarımdan dökülen bu sözleri bir de “Tek başıma mücadele etmekten bitkin düştüm kocacığım, hayallerimi gerçekleştirmem için bana el verir misin?” izleyince zırhı, kılıcı, kalkanı birer birer bıraktı ve çıplak kollarına aldı beni. Üç yıldır “bizim mesele” açıldığında en dişli rakibim olarak gördüğüm insanın, bu hayatta yanımda yürümesi için kendi ellerimle seçtiğim hayat arkadaşım olduğu da işte o anda aklıma geldi!

O an için küçük olan bu adımın benim için ne kadar büyük olduğunu ancak 12 saat sonra bu sabah, yoga dersinden eve dönüp de bizim Bey’i benim İstanbul’da daha uzun kalmamı mümkün kılacak formülleri tartışırken bulunca anladım.
Meselenin içeriği değil mühim olan, nerede durduğumuz… Yavuklunun karşısına mı geçiyoruz, yanına mı yanaşıyoruz?

Meğer bu kadar basitmiş…

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/yavuklunun-yani/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/yavuklunun-yani/" data-text="Yavuklunun Yanı" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/yavuklunun-yani/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This