Bu yazı, yazarın İletişimde Ustalaşmak adlı kitabından alıntıdır.
Empatik olmayan insan sempatik de değildir. Karizması yoktur. Çekici bulunmaz. İnsanların üzerinde etki yaratamaz. Uzun ilişkilerde onunla konuşacak konu bulmakta zorlanırsınız. Onu bencil olarak bile algılayabilirsiniz.
Bazen empatiyle sempatiyi öylesine iç içe yaşarız ki empatinin ne zaman yerini sempatiye bıraktığını anlayamayız.
Bir gün bir arkadaşımın yirmili yaşlardaki oğlunun öldüğü haberini aldım. Haberi bana ileten kişi, arkadaşımın “Saim’le konuşmak istiyorum, Saim’i bulun bana” dediğini söyledi ve hemen aramamın iyi olacağını belirtti. Böyle söylemese de ilk yapacağım şey zaten onu aramak olurdu. Uzun yıllardır tanıdığım, sevdiğim bir arkadaşımdı. Oğlu İstanbul’da ölmüştü ama arkadaşım Ankara’da oturuyordu. Telefona çıktığında sesini bile tanımakta zorlandım; sanki bir ceset konuşuyordu. O an tek ihtiyacı anlaşılmaktı. Hem oğlunu küçüklüğünden beri tanıyordum, hem benim de aynı yaşlarda bir oğlum vardı. Onu çok iyi anlıyordum. Belli ki etrafındaki insanlar üzülmemesi için onu teselli etmeye çalışıyordu. Böyle bir durumda bir insan nasıl teselli olur. Sakinleştirmeye, yatıştırmaya çalışmak ya da dikkatini başka şeylere çevirmeye kalkışmak yaşamak zorunda olduğu, acısını aşmak için tutması gereken yas aşamasını erteletmekten başka ne işe yarar.
Telefonda uzun uzun konuştuk, hıçkırıklarla bana oğlunun nasıl öldüğünü anlattı. İçinde bulunduğu çaresizlik durumunu ben de yaşadım, isyanına ben de katıldım. Konuşmaya empatiyle başlamış, sempatiyle bitirmiştim. Ertesi gün İstanbul’da olacaktı, bir sonraki gün de oğlunu toprağa verecektik. Sabah erkenden buluştuk bütün günü birlikte geçirdik. Gece geç saatlere kadar onunla sadece oğlunu konuştuk. Bazen hayattayken yaptığı komiklikleri hatırlayıp kahkahalarla güldük, yeri geldi katıla katıla ağladık; birlikte kayıp acısını doya doya yaşadık.
Günün sonuna geldiğimizde artık gülmekten ve ağlamaktan yorgun düşmüştük. Bir ara arkadaşım bana, “Saim, gülmek ve ağlamak bana çok iyi geldi, sanki içimdeki yumru çözüldü. Kendimi hafiflemiş hissediyorum ama daha oğlumu toprağa vermeden bu kadar güldüğüm için ilerde suçluluk duymam değil mi?” diye sordu. Ona bunun son derece sağlıklı olduğunu, gün boyu oğlunu andığımızı, onun ölümünden sonra bile bizi güldürebilecek kadar esprili bir çocuk olduğunu söyledim.
Arkadaşım başsağlığı ziyaretine gelen herkese oğlunun ölüm öyküsünü yeniden anlatmak zorunda kalıyor ve hıçkırıklara boğuluyordu. Ziyaretçilerin içinden onu sakinleştirmeye çalışanlar olduğunda arkadaşıma hissettirmeden onlara engel oluyordum. Acısını ertelememeli, doya doya yaşamalıydı.
Böyle bir durumdaki birini sakinleştirmeye çalışmak kadar saçma bir şey olamaz. Çünkü ifade edemesek de acı içimizdedir; boşaltamadığımız sürece de bize acı vermeye devam eder.
Aslında bu, ilişkilerimizde empatiye ne kadar yer verdiğimizi de gösteriyor. Kayıp acısı yaşayan bir kişi önce kendisinin anlaşılmasını (empati), sonra acısının paylaşılmasını (sempati) ister. İyi niyetle de olsa üzülmemesi doğrultusunda yapacağımız her telkin onda anlaşılmadığı ve acısının paylaşılmadığı duygusunu yaratır. Eğer acısını bastırırsa yıllar geçse de bu acıdan kopamaz. Acısı yaşamla arasında adeta bir duvar olur ve gerektiği gibi yaşama katılamaz. Yaşamdan tat alamaz, acısı onu bir an bile bırakmaz. Bir an için unutup biraz neşelense bundan suçluluk duyar. Kendisini kederli bir dünyaya hapseder.
Saim Koç